Hürrem Sultan – ORHAN ASENA

Hürrem Sultan – ORHAN ASENA
KİŞİLER
Hurrem Sultan
Mihrimah
Rüstem Paşa
Şehzade Bayezit
Şehzade Selim
Kanunî Sultan Süleyman
Şehzade Mustafa
Şehzade Cihangir
Ahmet Paşa
Şair Yahya
Şemsi Ağa
Sayinur
I. Ulak
II. Ulak
I. Asi
II. Ası
III. Asi
Saray İç Oğlanı (Topkapı)
Saray İç Oğlanı (Amasya)
Kapı Kethüdaları - Meşaleciler - Şamdancılar - Asiler...
BİRİNCİ PERDE
PERDE:l
SAHNE:l
SAHNE : Kanunî'nin sarayında bir salon, bir ikindi sonrası. Dışardan uğultu halinde gürültüler gelmektedir. Ara sıra top ses­leri. Sahne ilkin boştur. Sonra Mihrimah Sultan'la, kocası Rüs-tem yukarıdan, Hurrem Sultan ise sağdaki has odasından çıkar. Hurrem endişeli adımlarla pencerelere doğru yürürken, Mihri­mah'la Rüstem, Osmanlı geleneğince saygı duruşu gösterirler.
HURREM— (Atlas perdeleri aralar, dışarıyı seyreder, ko­nuşmaz.)
MİHRİMAH— (Annesini taklit eder, o da atlas perdenin öte­ki ucundan dışarıyı seyreder.)
Rüstem az uzakta kalmıştır. Bu sessiz oyun bir an sürer.
HURREM— (Birden dudaklarından dökülüyormuş gibi.) Korkuyorum!
Sessizlik. Üçü birbirine bakar.
RÜSTEM— (Bir adım ilerler, hürmetkar.) Sultanım.
HURREM— (Bir sayıklama halinde.) Ben, Osmanlı sarayı­nın birinci hasekisi Padişahımız efendimizin birinci kadını ben, korkuyorum.
MİHRİMAH— (Şaşırmış, annesine bakar.) Kimden? Niçin? (Perdeleri daha da açar.) Bu sesler zaferin müjdecisi Sultanım. (Bir top sesi) Bu top sesleri Padişahımız efendimizin dönüşünü müjdeliyor. Onun dört düvel üzere kazanmış olduğu büyük ga­zayı kutluyor.
RÜSTEM— (Hurrem'in korkusundan çıkarına bazı şeyler yakalamaya çalışır gibi) Macar seferi hele şerefli bir sona erdi. Derler ki Ferdinand bu kerre de Padişah efendimizin karşısına çıkmaktan kaçınmış. Savaş onunla değil, onun, can korkusuyla başı boş bıraktığı Hıristiyan sürüleriyle olmuş, Padişahımız efen­dimiz Budin önünde görünür görünmez bu sürüler yüz geri et­mişler... Zapolay'ın dul bıraktığı bahtsız İzabella, beşikteki yavru­sunu göndererek Padişah efendimizden mürevvet talep eylemiş. Budin'de şu anda Osmanlı sancağı dalgalanıyor. Bu pek de pa­halı olmayan bir fetih, doğru, ama cennetmekân Fatih Han'ınkinden sonra en büyük fetih. Herkes öyle söylüyor sulta­nım.
MİHRİMAH — (Coşkunluk içinde pencereleri ardına kadar açar gürültüler, top sesleri daha anlaşılır bir halde sahneye do­lar.) Dinleyin sultanım, bu sesler Osmanlı namını nasıl tebcil ederler...
HURREM — Duyuyorum kızım duyuyorum. Benim korkum da bu seslerdendir... (Dokunaklı) Yirmi yıldan fazladır bu kafes­lerin ardında yaşarım. Devletli hünkârımız nasıl düşünür, halk nasıl düşünür, halkla padişahımız efendimiz arasında kalmış, bü­tün o irili ufaklı enderunlular nasıl düşünür bilirim. (Üzgün) Bu halk hiçbir zaman beni sevmedi, hiçbir zaman sizi sevmedi. Şimdi neden korkarım anladınız mı?
RÜSTEM — (Hasekinin korkusunda aradığı şeyi bulmuş gibi, hilekârca ona yaklaşır.) Onlar Gülbahar'ın oğlunu tutarlar Sul­tanım, en küçük rütbeli acemi oğlandan, sadrazam paşaya ka­dar.
HURREM— (Yüreğinin yarasına dokunulmuş gibi) Hünkâr da onu tutar. (Acı bir gülüşle) Tuttuğunu da gizlemek istemez. Hatta bana karşı bile. (Sinirli) Bu sefere onunla çıkışı bundandır. Sevgili oğlunu orduya göstermek, sevgili oğluna kolay bir zafer kazandırmak.
RÜSTEM — (Onun damarına basmak istermiş gibi) İtiraf etmeli ki Gülbahar'ın oğlu da pek hünerlidir. Ordu onda cennet­mekân dedesi, Yavuz Selim Han'dan nişan bulur.
HURREM — (Kelimelerin üstüne manalı bir şekilde basa­rak) Onda Selim Han'dan nişan bulurlar demek? (Acı bir gülüş­le) Şevketli hünkârımız da azıcık bu nişanı farketseler ya... (Cid­di) Gerçekten onun kazanmakta olduğu şeref ve itibar bizim için de, padişahımız efendimiz için de büyük bir tehlike arzetmeye başladı.
RÜSTEM — (Kışkırtıcı) Elhak, Gülbahar'ın oğlu pek rabıtalı bir şehzadeye benzer. Hiç kimse onun saltanat hırsıyla aleyhte tek kavilde bulunduğunu söyleyemez.
HURREM — (Sinirli) Ama bu demek değildir ki, böyle bir kavilde bulunulmayacak. Kudret ve itibar insanın başına vurma­sın bir kere, önce çıldırtır, sonra da ardından humarı gelir.
RÜSTEM — (Onun sözünü keser, dişleri arasından) Ergeç böyle bir ayaklanma olacak. (Ötekiler dehşetle Hurrem'e bakar­lar. Hurrem artık yüzünden maskesini atmıştır.)
HURREM — Böyle bir ayaklanma olmalı. (Onları büyüle­mek ister gibidir.) Anlıyorsunuz değil mi? Hayatım için, şehzadelerimin hayatı için bu ayaklanmayı gerekirse biz hazırlamalıyız. (Rüstem'e döner) Siz ki kızıma, dolayısiyle de bize bağlısınız. Siz dahi düşünmelisiniz. (Eliyle Rüstem'in başını işaretle) Bu baş, bu omuzlar üzerinde daha ne vakte dek durabilir?
MİHRİMAH — (Hıçkırır.) Valide.
HURREM — (Demin yırtıcı bir kaplanken, şimdi birdenbire müşfik bir anne olmuştur. Kızının saçlarını okşar. ) Osmanlı ka­nunu bu kızım, elden ne gelir? Ölmemek için öldürmek gerek. Dinleyin.
SESLER — (Dışardan) İsteriz... Padişahımız efendimizi is­teriz, şehzademizi isteriz.(Top sesi)
HURREM — Bakın, halk ne ister. Halk onu ister. Onu, ya­ni bizim başlarımızı. Ben yaşlandım gayri, o günlere ereceğimi sanmam (Müşfik) Ben sizin için korkarım. Senin şu güzel başını düşünürüm kızım, kardeşlerininkini düşünürüm. Bayezit'inkini, Selim'inkini, Cihangir'inkini... Mustafa tahta çıktığı gün bu başla­rın cülusiye olarak onun önüne atılmaları gerek.
MİHRİMAH — (Birden kalkar, hızlı adımlarla gidip pencereyi kapar, sırtını pencereye dayar, nefes nefese) Ne yapmak gerek, nasıl yapmak gerek?
HURREM — (Bir galibiyet gülümseyişiyle) İşte bütün güç­lük, bütün sıkıntı bu raddeye gelinceye kadardır. Bir kerre bu su­ali kendimize sorduk muydu, o güne hazırız demektir. (Rüstem'e döner araştırıcı.) Öyle değil mi? (Rüstem cevap vermez, Hurrem Mihrimah'ı ileri, Rüstem'e doğru iter.) Siz ki bu kadına bağlan­mışsınız. Bu kadın benim kızımdır, şehzadelerimin karındaşıdır. Siz dahi netseniz, neyleseniz kurtaramazsınız kendinizi. Gülba-har'ın oğlunu Yavuz Selim'e benzetirlermiş. Selim'in hışmını herkes bilir. Onun hışmından kurtulacağınızı sanır mısınız? (Rüstem diz çöker, Hurrem artık kazanmıştır, dimdik kesilir.) Öyleyse bu bir ölüm kalım kavgası olacak onunla bizim aramızda. (Bir top sesi) Bizimle şu çılgın halk arasında.
RÜSTEM— Şehzadelerinizden birinin de bize katılması ge­rek. Ancak o zaman bir şeyler yapabiliriz.
HURREM — (Düşünceli) Ben Selim'i düşünürüm.
RÜSTEM — (İnanmamış) Selim mi dediniz? O Osmanlı tah­tında pek eğreti kalır.
HURREM — (Kışkırtıcı) Oğlumuzun yanına müddebbir, kud­retli bir veziri âzam verirsek Osmanlı tacı parıltısından ne kaybe­der?
RÜSTEM — (Gururu okşanmıştır, fakat ihtiyatı elden bırak­mak istemez.) Selim'e güven olmaz sultanım, o hiçbir fikri sonu­na kadar takip edemez. Kavlinde karar yoktur onun, ta çocuklu­ğundan bilirim.
HURREM — (Kelimelerin üzerine basarak) Ya bu bir taht kavli olursa?
RÜSTEM — Bu tahtın bedelini göze alamaz, canı kıymetli­dir. Ama Şehzade Bayezit için kendimi ortaya atmaktan çekin­mem. Zira bilirim ki o tuttu mu tutar, geri dönmek diye bir şey yoktur onun için.
HURREM — (Endişeli) Beni de korkutan bu tarafı ya. Ger­çekten Bayezit tuttu mu tutar. Dünya bir araya gelse fikrini çelemez onun. Ama korkarım ki aramıza katılmak istemeyecektir. Karanlıkta iş görmeyi beceremez. Bu yüzden Selim bana daha münasip görünür.
RÜSTEM — Bir deneyelim sultanım, Bayezit'ı kazanabilirsek ileriye güvenle bakabiliriz. İllâ halk da ordu da Mustafa'nın yokluğunu kolay bağışlamaz.
HURREM — (Çaresiz) Haydi siz gidin, bir münasip vakitte onunla görüşürüm. (Rüstem selâmlar, çekilir.)
PERDE:l
SAHNE : II
Hurrem, Mihrimah sonra Bayezit.
HURREM — (Kızına döner, şu anda samimi bir dertleşme ihtiyacındadır.) Şimdi sen de kadınsın kızım. Ne demek istediği­mi daha iyi anlayacaksın. (Dalgın) Bu saraya ilk getirildiğim gü­nü hatırlarım. Cahil bir kızdım. Güzelliğimden başka silâhım, gü­zelliğimden başka çeyizim yoktu. Gülbahar ise kudretinin en göz kamaştırıcı devrindeydi. Hünkârın birinci kadınıydı. Mustafa gibi bir oğul doğurmuştu. Herkes ona daha şimdiden geleceğin Vali­de Sultanı gözüyle bakıyordu. Bir gece Hünkâr namazdan sonra mendilini omuzlarım üzerine bıraktı, önümde parlak bir yol aç­mıştı; parlak ama tehlikeli. Ben tek başıma âciz bir kadın, güzelli­ğim hem bahtımın, hem de mevtimin sebebi olabilirdi. Sen ol­saydın ne yapardın?
MİHRİMAH — (Düşünceli) Bilmem sultanım.
HURREM — (Ona küçümseyerek bakar.) İşte aramızdaki fark. Sen her neye sahipsen, hazır buldun, her istediğin sana verildi, ben her ne elde ettiysem, karşılığında hayatımı koydum ortaya. Daima tehlike içinde yaşamak, daima etrafımda düşman­lık görmek beni böyle yırtıcı yaptı. Benim burnum tehlike kokusu­nu bin fersah öteden alır. Sen bu hissi anlayamazsın.
MİHRİMAH — (Düşünceli) Gülbahar'a hıncınız hâlâ sürüyor sanırım sultanım?
HURREM — Onunla ölümüne dek yenişemedik kızım. Ben Padişahımız efendimizin gözdesiydim, o sarayın. Padişahımız efendimizin iltifatlarını ben daha fazla elde ederdim, ama herkes onu birinci kadın tanırdı. Ta o ölünceye kadar.
MİHRİMAH — (Düşünceli) Ve şimdi Şehzade Mustafa ile sürüp gidiyor kavganız?
HURREM — (İrkilir) Hayır. Kavgamız kızım, kavgamız. Bayezit girer, Mihrimah onu selâmlayarak çıkar.
BAYEZİT— (Şevkle girer.) Doğruca şevketlû hünkârımızın yanından geliriz valide, her sefer dönüşü yaptıkları gibi arzı ubu-ded için Eyüp Sultan'a inmiş bulunuyorlardı. (Memnun) Karında­şımız Mustafa da yanlarındaydı. Halkın büyük tezahüratını gör­meliydiniz. Tebrik sesleri arşı âlâya yükseliyordu.
HURREM — (Araştırıcı) Derler ki küffar üzere pek büyük gayreti görülmüş şehzadenin. Hünkârımız üç tuğla taltif buyur­muşlar onu.
BAYEZİT— (Aynı şevkle) Üç tuğ değil valide. Dört tuğ. Ben onların müjdecisi olarak geldim. Yollar o kadar kalabalık ki, Hünkârımız efendimizin üzengilerini öpmek, karındaşımız Musta­fa'nın atının eyerine bir buse kondurabilmek için halk âdeta bir­birini çiğner. O kalabalıkta kendime zor yol açabildim.
HURREM — (Araştırıcı) Görürüm ki bu sizi ziyadesiyle memnun etmişe benzer.
BAYEZİT— (Samimî) Elbette... Memnun olmayacak şey mi
bu? (Kardeşine bağlılık her hareketinde, sesinin tonunda da aşikârdır.) Mustafa'nın çok hakkı vardır üzerimde valide. Elime ilk kılıcı o verdi, ilk hamleleri ondan öğrendim, ilk mısralarımı ona okudum, ondan feyz aldım. Bugün kendimde işe yarar ne bulur­sam, ne bulursanız onun eseridir.
HURREM — (Önce cevap vermez, pencerenin önüne gi­der, sessiz sessiz dışarıyı seyreder, çok üzgün bir görünüşü var­dır. Sanki bu söylediklerini o anda hatırlıyormuş gibi) Demek bu şamatacılar sizi rahatsız etmez oğlum. Bu avazeler kulağınızı tır­malamaz.
BAYEZİT — Mevkiim müsaade etse de ben de aralarına karışsam.
HURREM — (Pencerenin önünden ayrılırken endişeli) Za­vallı oğlum, Gülbahar'ın oğlu nasıl da bağlamış gözlerinizi.
BAYEZİT— (İsyanla) Ona Gülbahar'ın oğlu demenize rıza­mız yoktur valide. O benimle aynı karında yatmamışsa bile, aynı mübarek soydanız.
HURREM — (Müstehzi tavırla döner, oğluna bakar.) Pek gamsızsınız oğlum, sevgi, kardeşin kardeşe sevgisi güzel şey. Lâkin sizin gibi tacdarlar için pek pahalı bir matah. Bunu unut­ma! Kardeşin kardeşe muhabbet duyduğu kulübeler vardır, du­yarım. Ama bir tek saray gösterebilir misin ki, orada kardeş kar­deş eliyle boğdurulmuş olmasın?
BAYEZİT— (İrkilir.) Ne demek istersiniz?
HURREM — (Hep aynı yukardan bakışla) Demek isterim ki: Bu gezintiden farksız zaferler, bu kolay galibiyetler, Gülba­har'ın oğlunu, halkın gözdesi, ordunun gözdesi kılmak için sarfedilen bunca gayret semeresini verdi. Gayri kimse tahtla onun arasına giremez.
BAYEZİT— (Anlamaya çalışır gibi) İyi ama valide, hak da sıra da onun değil mi? Yaşça da, başça da bizden ileri olan o. (Samimi) Hem Osmanlı tahtına hangimiz onun kadar yaraşırız? Onun kadar şeref veririz?
HURREM — (Parlayarak) Hıh... Taht... Tahtı düşünen kim? Taht umrunda mı benim oğlum? Ben tahtı değil, sizi, sizin başla­rınızı düşünürüm. Onun tahtının bedeli niçin siz olasınız? Niçin benim oğullarım olsun? Bana ne Gülbahar'ın oğlundan?
BAYEZİT— (Sapsarı) Ne dersiniz valide. Nasıl dersiniz bu­nu? Demek Mustafa elini benim kanıma bulayacak, öyle mi? Kendini sevmekten özge günahımız yokken?
HURREM— Sevmek değil... Budalaca bir tapınma sizinki.
BAYEZİT— O müşfik, o merhametli, o civanmert kardeşi­mizden bunu beklersiniz demek? (Bir an susar.) Yoo... Hayır. Olmaz öyle şey. Ben Mustafa'yı iyi bilirim. Bizim bir kılımıza za­rar vermektense kendini ateşe atar.
HURREM — (Acı bir gülüşle) Zavallı yavrum. O tahta kim oturdu da, zalim kesilmedi? Kim o iktidar şarabından içti de, başı dönmedi? Ben bir anayım oğlum. Dedeni düşün, dedenin baba­sını düşün, onun dedesini düşün. Baban dahi bunu böyle yapar­dı. Şayet tahtla arasına girecek biri bulunsaydı.
BAYEZİT — (Müsterih) Mustafa'nın şahsiyeti, Mustafa'nın merhameti bizim hayatımızın teminatıdır valide, gam çekme. (Annesinin elini öper doğrulurken biraz da tehditkâr.) İllâ ondan gayri kimseye emniyetimiz yoktur. Bunu böyle bilesiniz. (Ayrıl­mak ister.)
HURREM — (Bayezit'ı durdurur.) Dünya kimseye kalmadı oğul. (Meşum) Bugün ikbalin zirvesinde bulunan niceler yarın ba­karsın zirüzeber olmuş. (Araştırıcı) Ola ki: Kaderin hükmü değişe, beklenmedik bir ölüm gele, Âl-î-Osman'ın bahtı senin ellerinde kala.
BAYEZİT — (Şiddetle) Böyle müfsit fikirlere tahammülü­müz yoktur valide. Ona gelecek ölüm yolunu şaşırsın, yolunu şa­şırsın da bana gelsin. Kaybımız daha büyük olmaz. (Nakkare ça­lar.) İşte geliyorlar.
Huşu içinde beklerler... Mihrimah'la Rüstem de yukardan in­mişlerdir. Bir an beklerler... Yalnızca Selim girer.
SELİM— Şevketlû hünkârımız doğruca arz odasına geçti­ler... Karındaşımız Mustafa ile birlikte.
HURREM — (Kırılmış) Doğruca arz odasına geçtiler de­mek?
SELİM— Hem de üstlerinin tozlarını silkmeden... Biz karın­daşımız Cihangirle iç kapıdan ayrıldık. Ben size geldim.
HURREM— Hünkâr uzun bir seferden dönüyor... Uzun bir seferden dönüyor da, doğruca bana gelmiyor.
SELİM— Belki de biten bir işin defterini dürmek için halve­te çekilmişlerdir.
HURREM— Hiçbir şey demediler mi bizim için?
SELİM— Dilekleri: Şehzadeden sonra tebrikâtınızı kabul et­mek.
HURREM — (Rol yapıp yapmadığı belli değil) Sonra... Hep sonra... Eskiden Gülbahar'dan sonraya kalırdık, şimdi de oğlun­dan sonraya...
BAYEZİT— (İleri doğru bir çıkış yapar.) Valide.
HURREM — (Ümitle ona döner.) Buyur arslanım, bir şey mi söylemek istersiniz? (Şey kelimesi üzerine kasten basmıştır.)
BAYEZİT— Ben bunda sizi bu kadar yaralayacak bir şey göremiyorum. Hünkâr babamız sadece devlet işleriyle kendi hu­susi işleri arasında bir tercih yapmış.
HURREM — (Hep o yaralı kadın edasıyla) Öyle mi dersi­niz? (Selim'e döner.) Siz de mi öyle diyorsunuz arslanım? (Se­lim ona yaklaşır, Hurrem kızıyla damadına döner.) Ya siz? (On­lar da Hurrem'e yaklaşırlar... Bu esnada ışık yavaş yavaş karar­maya başlamıştır. Bayezit sert bir hareketle döner, çıkıp gider.)
Lokal ışıklar Hurrem, Mihrimah, Rüstem, Selim dörtlüsünün üzerinde durur. Bir an... Sonra birden kararır. Hünkârın arz oda­sının ışıkları yanar.
PERDE:l
SAHNE : III
Kanuni'nin arz odası. Kanunî, Mustafa.
KANUNÎ — (Mustafa'ya bir ferman uzatarak) Safevilerin fitne ve fesadını önlemek için Amasya eyaletini size münasip görürüm. Biz dahi cennetmekân pederimiz Selim Han zamanın­da orada bulunduk.
MUSTAFA — (Babasının önünde yere kapanır.) Emriniz ba-şüstüne hünkârım.
KANUNÎ — (Oğlunun önünde durur, yüzünde yumuşak çiz­giler belirmiştir.) Eh artık bir baba oğul gibi konuşabiliriz.
MUSTAFA — (Babasının elini öper, bekler.)
KANUNÎ — Seni ateşte denedim oğlum, sen istediğim adamsın. Bu devletin istediği adamsın. Seni bir de sulhta dene­mek isterim.
MUSTAFA — Biz saadetlû hünkârımızın izinden ayrılmama­yı en münasip buluruz efendimiz. Muvaffakiyet o yoldadır biliriz.
KANUNΗ (Ciddî) Sulhu idare etmek, harbi idare etmek­ten çok güçtür. Bunu unutma. Bu hep böyle olagelmiştir. Hep böyle olagidecektir. Harp, müşterek düşman insanları birbirine bağlar, aradaki küçük nifaklar unutulur, ben sen kavgası ortadan kalkar. Ama sulh, bu küçük kinleri, nifakları besler, ben sen kav­gası alır yürür. Bütün geçimsizlikler, kardeş kavgaları sulhta ken­dini gösterir. (Bir an durur, sonra işleyici.) Benim akıllı, temkinli oğlum, sulhu başarmaya çalış. Asıl büyük muvaffakiyet budur.
MUSTAFA— Beli hünkârım.
KANUNΗ (Adeta içindeki bir yarayı ifşa eder gibi) İnsan­lar sulhta ne haddini bilmez olurlar bir bilsen oğul. İstekleri bit­mez, rahatları onları tedirgin eder, birbirine düşürür. (Samimi) Ben dahi korkarım sulhtan, korkarım da arayı uzatmam. Haydi artık gidebilirsin. (Mustafa baş eğer, kapıya yönelir. Kanunî bir­den hatırlamış gibi) Bir şey daha... (Mustafa durur Kanunî oğlu­na yaklaşır, bir zaman onu seyreder. Sanki söylemek istediği ke­limeleri arar gibidir.) Orada kendini alıştır oğul... (Bir sır verir gi­bi) Devlet idare etmeye alıştır kendini. Onun için de her şeyden önce yalnızlığa alıştır. (Köşedeki tahtını gösterir.) Bir gün şunun üstünde pek yalnız kalacaksın, pek...
MUSTAFA — (Sarsılmış) Allah velinimetimize uzun ömürler versin efendim. Allah o günleri göstermesin efendim.
KANUNΗ (Acı bir gülüşle) Gösterecek oğul, gösterecek, istesek de istemesek de... Bizim arzumuz o güne şimdiden ha­zırlıklı bulunmaktır. İkimizin de hazır olması. (Tahta şöyle bir ili­şir.) Bunun üstünde rahatlık düşünülmez Mustafam, bunun üstü­ne çıktığın zaman bir de bakarsın ki: Dünya, o senin tanıdığın dünya değil.
MUSTAFA — (Sabırsız bir hareket yapar.)
KANUNÎ — (Tahttan iner.) Şimdiden bilmen iyi olur diye söylüyorum. (Oğluna doğru yürür, ona söylediği her sözü kendi hayatının tecrübelerinden çıkarıp söyler gibidir.) Seni seven dostların gün gelecek senden yılacak, yılgın insan artık seve­mez. Gün gelecek karın kendini sana verirken hissedeceksin ki, eski karın değil, o bile daha bir hesabî olmuş, bazı çıkarlarını dü­şünmekte... Bir kadın bu kadar hesabî olmaya başladı mı, kadın olmaktan çıkmıştır oğul, sana eski zevki veremez. Gün gelecek karındaşlarını karşında sana düşman göreceksin. Dinimizde düşmanın katli vaciptir, ama bunlar senin karındaşların, âlicenap olman gerek, fakat âciz değil. Rahim olman gerek, fakat zayıf değil. Temkinli, uyanık, hassas olman gerek, fakat evhamlı de­ğil. (Bir an sükut. Kanunî pencereye doğru yürür, dışarıyı seyret­meye koyulur, âdeta yüzünü oğlundan gizler gibidir.) Gün gele­cek oğlunu bir başka gözle göreceksin. (Mustafa irkilir.) En kötü­sü de bu. Hayatına sebep olduğun insanın senin hayatına kaste­deceği korkusu. Ölüm harp meydanlarında kırk bin şekle bürün-se, kırk bin türlü önüne çıksa, bu kadar korkunç olamaz. (Acı bir sesle) Ben bunu gördüm oğul, ben bunu yaşadım, ben bunu bili­rim.
MUSTAFA — (Aşikâr bir duygululukla atılır.) Allah bin türlü belâmızı versin, Allah cehenneminin nârını boşaltsın üstümüze, biz velinimetimiz efendimizin saadetinden ve selâmetinden gayri bir şey düşünürsek.
KANUNÎ — (Devamla) Bu hislerimizi şimdiye dek kimseye açmamıştık. Babam cennetmekân Selim Han kendi babasını tahtından ederken içimde bu kırılışı duydum. O zaman küçüktün sen, el kadar bir bebek. Bir gün büyüyeceğini düşündüm, büyü­yüp bir erkek olacağını, şimdiki gibi güçlü, kuvvetli bir erkek. Sonra karşıma dikileceğini düşündüm. Gençlik sende kuvvet sende bir çekişte tacımı başımdan çekip alabileceğini düşün­düm. Ya... işte böyle oğlum. Küçücük bir bebektin sen henüz. Hatırlayamazsın. (Acı bir gülüşle) Ne yaptım bilir misin? Beşi­ğinden kaptığım gibi seni duvardan duvara çalmak istedim. Ama o kadar masum bir duruşun vardı ki kucağımda, usulcacık beşi­ğine yatırdım ve ilk defa o gün öptüm seni. Galiba sadece bir hü­kümdar olmayıp, bir baba olduğumu da o gün keşfettim. Haydi artık git. (Mustafa çıkar, ışıklar bu tarafta sönerken Hurrem'in has odasında yanar.)
PERDE:l
SAHNE : IV
Hurrem Sultan'ın has odası. Hurrem Sultan, Mihrimah Sultan, Rüstem, Selim.
HURREM — Padişahımız efendimizin ziyaret vakti yakın. Onun için kısa söyleyeceğim. Kaderimiz bizi birbirine bağlıyor. (Ortaya) Kimsenin bir diyeceği var mı buna?
SELİM — Tanrı'yı şahit tutarım, tarihi şahit tutarım. Bizim yaptığımız bir nefis müdafaası. Yoksa karındaşımıza karşı zalim olmayı düşünmezdik.
RÜSTEM— Ölmemek için öldürmek gerek. Bu kanlı kanu­nu koyan biz olmadığımıza göre, suçlu da biz değiliz.
MİHRİMAH— Ben de karındaşımdan, zevcimden, validem­den yanayım. Tanrı bilir ya, başka türlü elimden gelmez.
HURREM — (Onları kendi fikrine iyice bağladığını anlamış­tır.) Şimdi ne yapmalı, nasıl yapmalı, onu tasarlayalım. Bana ka­lırsa ilk yapacağımız şey, Selim'i saraydan uzaklaştırmak olmalı.
RÜSTEM— Münasiptir. O hadiselerin içinde görünmedikçe ne hünkâr, ne de halk bizden şüphelenmeyecektir. Bu şüphe ta­savvurlarımızı alt üst edebilir.
HURREM — Hünkârdan Edirne eyaletini istemeyi düşünü­rüm Selim'e.
SELİM — (Hoşnutsuzluğunu belli eder bir tavırla) Biz sizin desteğinizden uzak taşrada neyleriz valide?
HURREM — (Azarlar gibi) Ötekilerin yaptığını. Osmanlı tah­tına daha az zahmetle kimse oturmamıştır oğlum. Bazıları kan dökerler, siz de azıcık ter dökseniz ne olur?
SELİM — (İsteksiz) Ama pek uzak valide.
RÜSTEM — (Gizleyemediği bir küçümseyişle) Dersaadet'e en yakın taşra şehrimiz şehzadem o kadar ki, ha deyince sizi aşımızda görmek mümkündür.
HURREM — Oradaki icraatınızla Devletlû pederinizin tak­dirlerini, halkın emniyetini kazanmaya bakın. Sizden istediğimiz bu kadardır oğlum. (Sırtını oğluna döner ve artık ona hitap et­mez. Selim somurtur ve susar. Hurrem, Rüstem'e) Size gelince oğlum. Sizin için daha başka şeyler düşünürüz. Dirayetiniz, sa­dakatiniz, hünkârca da mücerreptir. Sizin için isteyeceklerimizi yavaş yavaş, ağır ağır, ama mutlaka elde edeceğiz.
RÜSTEM — (Hurrem'in kasdettiğini anlamıştır, memnun) Sultanım.
HURREM— Sizi sadarete oturttuğumuz gün ilk galebemizi sağladık demektir. Bu tasavvurların gerçekleşmesini o kadar ki sizin davranışlarınıza bağlı görürüz.
RÜSTEM— Biz canımızı, şerefimizi, haysiyetimizi uğrunuz­da vermeye hazırız.
HURREM — (Esrarlı) Öyleyse münasip vakti beklemeye kaldı işimiz.
MİHRİMAH— Münasip vakit.
HURREM — (Rüstem'e ilk defa ismiyle hitabeder.) Bize yüzlerce, binlerce adam gerek Rüstem Ağa. Ser veren, sır ver­meyen binlerce adam. Bu adamlarla Mustafa'nın, Hünkârın etra­fını çevirmemiz gerek. Şehzadenin en ufak şüpheli hareketi, en küçük uygunsuzluğu ağzından kaçırıverdiği bir söz, ağızdan ağı-za, dilden dile, kulaktan kulağa, çığ gibi büyüyerek Hünkâr katı­na eriştikçe...
SELİM — (Hurrem'in sözünü keserek) Pederimizin tabiatını bilmez gibi konuşursunuz valide, sevgili şehzadesinin aleyhine tek kelime dinlemek ister mi sanırsınız?
HURREM— Hayır, dinlemeyecektir. Hatta söyleyenleri tek­dir edecek, cezalandıracaktır. Bize gelince, biz bu esnada ke­narda duracağız ta ki, o bir defa dinlemeye başlasın. İşte müna­sip vakit o vakittir. (Ortaya) Haydi artık gidin. Böylece bir arada görünmemeye dikkat edelim.
Odadakiler selâmlayıp çekilirler.
PERDE:l
SAHNE:V
Önce Hurrem yalnız, sonra Kanunî.
HURREM — (Yalnız kalmıştır.) Tanrım, ben neredeyim? Biz neredeyiz? Niçin buradayız? Bu kanlı hadisenin ortasında ve ba­şında. Niçin ya ölmek, ya da öldürmek mecburiyetinde kalıyoruz. Bu kimin yanlış hesabı? Kimin suçu? Tanrım, bu dişi hayvan da­hi yavruları için saldırmaz da ne yapar? Mustafa değerlidir bili­rim. Mustafa hiç değilse şimdilik masumdur, bilirim. Ama bu kanlı çark içinde ya onun başı, ya bizim. (Kanunî soldaki salona açılan kapıdan girer.)
HURREM — (Ayaklarına kapanır, Kanunî elinden tutup kal-dırır.) Teşrifinize muntazırdık Hünkârım.
KANUNÎ — (Karşıdaki sedire doğru gider.) Biliriz, muhab­betinize itimadımız tamdır. (Oturur, Hurrem de onun ayakları di­bine bir küçük kedi gibi büzülür. Başını dizine dayar.)
HURREM — (Gayet tatlı bir sesle) İntizarımız pek uzun sürdü bu defa efendimiz. Yahut da bize öyle geldi.
KANUNΗ Üç ay, on gün Hurrem. Pek fazla değil. Yalnız ne var, bu defa beni de sıktı biraz. Yaşlanıyor muyuz, nedir?
HURREM — (Yaltaklanarak) Allah geçinden versin efendi­miz. Hâlâ dinç ve zindesiniz.
KANUNÎ, (Cevap vermez, bir yumuşak kediyi okşar gibi ka­rısının saçlarını okşar, bu okşayıştan zevk alıp almadığı dahi belli değildir.)
HURREM — (Birden tesadüfen hatırlayıvermiş gibi sorar.)
Şehzademiz Mustafa hakkında pek kıvandırıcı, pek güvendirici sözler işitiriz Hünkârım. (Durur, hünkârın yüzüne tatlı bir bakışla bakar.)
KANUNÎ — (Yüzünde tek çizgi oynamaksızın) Doğrudur. (Okşar.)
HURREM — Söylendiğine göre cennetmekân Selim Han güya mezardan çıkmış da, yeniden kılıç kuşanmış.
KANUNİ — (Aynı durgun tavırla) Doğrudur. (Okşar.)
HURREM — (Daha da yaltaklanarak) Derler ki şehzadenin siması onun simasına o kadar benzer, cesareti onun cesaretine o kadar benzer, kuvveti onun kuvvetine o kadar benzer.
KANUNΗ (Yüzündeki sert çizgiler ilk defa yumuşar, ilk de­fa tebessüme benzer bir ifade belirir yüzünde.) Doğrudur. (Ok­şar.)
HURREM — (Gayet masum bir şey söylüyormuş gibi) Al­lah esirgeye Hünkârım, Allah esirgeye de benzeyiş burada, bu kadarla kala.
KANUNÎ — (Kadını okşamakta olan eli durur.) Ne demek istersin?
HURREM — (Onun öfkesinden dehşetli korkmaktadır. Fakat şu anda hayatı üzerine oynayan bir kumarbaz gibidir, aynı tatlı­lıkla) Hiç sultanım. (Biraz daha yaltaklanarak) Biz basit bir kadı­nız, aklımız pek ermez. Hünkârımızın hayatı üzerine belki de pek lüzumsuz bazı evhamlara kapılışımız bundandır. Muhabbetimizin büyüklüğünden. (Hünkârın yüzüne bir çocuk saflığı ile bakar.) Yoksa Allah şahittir ki, şehzademizin hiçbir kötü hareketini gör­müş, işitmiş değiliz.
KANUNÎ — (Sert bir hareketle kalkar, dizlerine abanmış ka­dını yere düşürür.) Yeter!
HURREM — (Padişahın ayaklarına kapanır.) Af buyurun hünkârım.
KANUNÎ — (Kadını ayağıyla yana doğru iter. İçinde vahşet derecesindeki öfkeyi güçlükle zaptediyor gibidir. Bu öfkenin, bir defa taştı mı karşısındaki kim olursa olsun kahredeceği bellidir.) Hayır affetmem kadın, yalnız bunu affetmem işte. Mustafam için, Mustafa'mın aleyhine tek kelime işitmeye tahammülümüz yok­tur. (Tehditkâr) Bunu böyle bilesiniz. (Sert adımlarla çıkar. Hur-rem arkasından şeytanca ve bir galip edasıyla gülümseyerek ba­kar. Onun içine küçük de olsa bir tohum düşürmüş olduğunu bil­mektedir.)
Birinci perdenin sonu.
İKİNCİ PERDE
SAHNE: l
Hurrem'in has odası, ilk önce Mihrimah'la Hurrem yalnızdırlar sonra, Rüstem dipteki kapıdan girer.
RÜSTEM — (Girer, etek öpüp bekler.) Huzura çıkmadan önce beni görmek dilemişsiniz sultanım.
HURREM— Hünkâr gecenin bu saatinde neden divan em­reder Devletlûm? Mûtadı değilken ve hasta haliyle.
RÜSTEM — (Hilekârca bir gülüşle) Anadolu karışıyor sulta­nım. İlk şikâyet Erzurum Bey'i İskender Paşa'dan geldi, ikincisi, bizim için çok daha ehemmiyetli olan bizzat Sokollu Paşa'dan. Ulaklar padişahımız efendimize arzolunmayı beklerler.
HURREM — (Memnun) Hadiseler arzumuz üzere seyreder demek?
RÜSTEM — (Eğilir.) Beli sultanım.
HURREM — (Ayağa kalkar, heyecanlanır.) Vakit geldi Rüs-tem Paşa. Beklediğimiz an geldi. Artık meydana çıkmamız ge­rek, hünkâr dinlemeye başladı.
MİHRİMAH — (Aynı heyecanla) Dinlemeye başladı de­mek?
HURREM — (Aşağı yukarı gezinerek) On yıl bu. Sanki in­san üstünde değil, mermer üstünde işleriz, iz tutmaz, aşınmaz bir mermer.
MİHRİMAH — (Heyecanını gizleyemez) Hünkâr artık dinle­yecek demek? Karanlığı, geceyi... Rüzgârı...
HURREM— Şu halde bize de, karanlığı, geceyi, rüzgârı se­ferber etmek düşer, fısıltılar... fısıltılar... Âl-i-Osman'ı bir uçtan bir uca kaplayan fısıltılar... Hünkâr çoğuna inanmayacak, ama biri­ne, bir tekine inanması yeter.
RÜSTEM — (Esrarlı) Dinleyin bakın, o fısıltıları duyacaksı­nız sultanım, adamlarım şu anda Budin'den Bağdat'a kadar şu fı­sıltıları yaymakta; dinleyin duyacaksınız. "Hünkâr artık yaşlanı­yor, devlet dizgini daha genç, daha kuvvetli eller ister! Âl-i-Osman'ı ancak Şehzade Mustafa şahlandırabilir." Bu ses gayri bizim sesimiz olmaktan çıkmıştır. Bu ses halkın sesidir. Bu ses dönüp dolaşıp şu çatı altında tekrar bizi bulacak, hem de bugün.
HURREM — (Büyük bir heyecan içindedir.) Bugün. (Rüs-tem'e) Siz çok akıllı, çok müdebbir bir vezirsiniz.
RÜSTEM — (Eğilir.) Sayenizde.
HURREM— Hayır, dirayetiniz, sadakatiniz sayesinde. (Dal­gın) Hünkâr ilk o gün dinlemeye başladı beni, yani bizi demek istiyorum. Ona hep inanacağı, inanmak isteyeceği şeyler söyle­dim çünkü. Ona sevgili şehzadesinden, Mustafa'sından bahset­tim. Ondan nasıl bahsedilmesini isterse öyle. Dinledi beni.
MİHRİMAH— (Meraklı) Sonra?
HURREM—Sonra sözü kendi şehzadelerime getirdim. Ba-yezit pek celalli bir oğlandır dedim. Selim beceriksiz, Cihangir alil, vehimler içinde yaşayan bir çocuk. Şehzade Mustafa'nın âlicenaplığına güvenmemi buyurursunuz, güveneyim, ama ken-diminkilere güvenim yok. Saltanat hakkı Mustafa'nındır, illâ can kaygısıyla benimkiler ona karşı bir saygısızlıkta bulunmayalar. Mustafa'nın haklı hiddet ve şiddetini üstlerine çekmeyeler. Bir tedbir gerek hünkârım dedim. O zaman bana döndü, "Ne ister­sin kadın?" diye sordu.
MİHRİMAH— Ne istediniz sultanım?
HURREM — (Gülümseyerek) Rüstem, aklı başında bir sa­dık kulunuzdur dedim. Onu sadarete nasbedersiniz: Şehzadele­rim onun şahsında geleceklerinin teminatını bulur, rahat eder­ler... Rüstem dirayetiyle Şehzade Mustafa üzerinde yakınlığı do-layısiyle de şehzadelerim üzerinde müessir olur.
RÜSTEM— Teveccühünüze lâyık olacağım sultanım.
HURREM — (Manalı) Benim teveccühüme nasıl lâyık olu­nur, bilirsiniz.
RÜSTEM — (Son defa eğilir.) Beli sultanım. Şu anda hünkârın arz odasında beni beklerler. Yemin ederim ki ya kelle­mi bırakacağım orda, yahutta Mustafa'nın kellesinin beratını ala-
cağım. (Çıkar. Işıklar bu tarafta sönerken, padişahın arz odasın­da yanar.)
PERDE: II
SAHNE: II
Hünkârın arz odasında divan, üçüncü vezir, Eğri'de bulun­duğundan hünkâr ikinci vezirle beraberdir. Kanunî, Ahmet Paşa, sonra Rüstem.
KANUNΗ (Ahmet Paşa'ya) Eğri'den dönerken daha neler gördün Paşa?
AHMET PAŞA — Pek çok şeyler hünkârım. İllâ hiçbiri Şeh­zade Selim'in Edirne'de inşa ettirmiş oldukları o muhteşem camii şerifi kadar beni hayretler içinde bırakmadı. Sinan'ın bir harikası.
KANUNΗ (Ahmet Paşa'nın sözünü keser.) Halkı nasıl bul­dunuz, halkı?
AHMET PAŞA — (Şaşırmıştır.) Halkı mı?
KANUNÎ — (Acı bir gülüşle) Evet. Selim'in adaletine, Se­lim'in hamiyetine bırakmış olduğum halkı?
AHMET PAŞA — (Susar.)
KANUNΗ (Aynı acı gülüşle) Susarsınız. Demek söyleme­ye değer bir şey yok? (Öksürük) Bir insan gönlünü âbad etme­yen, Tanrı'nın gönlünü âbad etmek diler öyle mi? (Üzüntülü) Korkarım Paşa benim hazinemle, Sinan'ın dehasıyla ortaya çı­kan bu eserden gayri şehzadeyi yâd ettirecek hiçbir iz kalmaya gelecek nesiller üzerinde?
AHMET PAŞA — Hünkârım, şehzademiz için acele hüküm vermekten sakınırız.
KANUNÎ — Tarih sabırsızdır paşa, tarih çok sabırsızdır. Uzun boylu bekleyemez. (Bir an durur, sonra gururlu) Allaha şü­kür ki Mustafamız var.
Rüstem Paşa, dipteki kapıdan girer, hünkârın eteklerini öper, sonra ayakta boyun kırıp bekler.
KANUNΗ (Onu kaldırır, yer gösterip oturtur.) Seni bekler­dik sadrazam paşa. Divanı açabiliriz. Ne haberlerin var?
RÜSTEM — Haberler kötü hünkârım. Demeye cesaret edemem.
KANUNΗ (Suratı asılarak) Kötü mü? Nasıl kötü? Tez söyle.
RÜSTEM— Ferman buyurursanız ulaklar intizar odasında beklerler.
KANUNΗ (Bir şey söyleyecek gibi olur, öksürük bırakmaz, el işareti ile ulakların getirilmesini emreder.)
RÜSTEM — (Kapıya doğru yürür, kapıda bekleyen kapıcılar kethüdasına) İntizar odasındakileri içeriye al. (Kethüda çıkar.)
KANUNÎ — (Öksürük nöbetini geçiştirmiştir.) Kötü haber­ler... Görelim bakalım. (Birinci ve ikinci ulaklar girerler. Yerlere kapanırlar, beklerler. Kanunî onları kaldırır.)
PERDE: II
SAHNE: III
Öncekiler, birinci ve ikinci ulak.
KANUNÎ — (Onların önünde durur, araştırıcı bakışlarını on­ların üzerine diker.) Eee... Önce hanginizi dinleyeceğiz bakalım? Hanginizin zehiri daha az can alıcı?
BİRİNCİ ULAK — (Öne doğru çıkar.) Beni Erzurum Kalesi Kumandanı iskender Paşa kulunuz gönderir Hünkârım. Tah-masp'ın orduları Erciş ve Adilcevaz kalelerini sarstı, düşüreme-yince Ahlat'ı kuşattı. Hile ile kaleye girebildi. Diğer taraftan İsma­il Mirza da az bir kuvvetle Erzurum önlerinde göründü. İskender Paşa hücum için kaleden çıkınca saklanmış kuvvetlerin baskını­na uğradı. Evvel Allah zorlu cenk oldu. Düşmana büyük zayiat verdirdik. Ve dönüp kaleyi tutabildik. Lakin Trabzon, Malatya, Bozok sancak beylerini cenk meydanında koyduk. Şu anda kale sarsılmış durumda. Ve yardım bekler hünkârım.
KANUNÎ — (Sinirli bir tavırla Rüstem'e döner.) Ne? Bizim eylül ayı içinde hazırlatıp, Rumeli Beylerbeyi Sokollu Paşa gibi dirayetli bir vezire teslim ettiğimiz asker hâlâ Tahmasp üzere varmadı mı? Bu ne demek?
İKİNCİ ULAK— (Çekinerekten öne çıkar.) Bu sualin cevabı bize düşer Hünkârım. Ancak gazabınızdan korkarım.
KANUNÎ — (Öfkeyle onun üstüne yürür.) Tez söyle bre nâbekâr.
İKİNCİ ULAK — (Ürkmüş) Ordu Sokollu Paşa idaresinde Amasya'yı geçip Tokat'a vardıkça fesatçılar fit çıkardı. Ordu So­kollu Paşa'yı dinlemez, Şehzade Mustafa'yı ister hünkârım.
KANUNΗ (Müthiş.) Ne dedin?
İKİNCİ ULAK — (Hemen Kanunî'nin önünde diz çöker.) Boynumuz kıldan incedir hünkârım. Ancak her söylediğimiz ger­çektir.
KANUNÎ — (Aynı müthiş edayla) Ordu ne istermiş? Ordu kimi istermiş? Tez söyle.
İKİNCİ ULAK — (Titreyerek) Ordu Şehzade Mustafa'yı ister Hünkârım. Ordu yalnız değil bu dilekte. Güzergâhımız üzere bü­tün halk, bütün Anadolu, hünkâr gayri yaşlandı, sefere kadir ola­maz, Dimetoka sarayında istirahata çekilirler. Bize Mustafa Han gerek. İlla onu serdar isteriz. Başımızda, yoksa adım atmayız di­ye feryat ederler. (Bir an müthiş bir sessizlik olur. Herkes ayak­tadır. Kimse birbirine bakmaya cesaret edemiyor gibidir. Herke­sin yüzü sapsarıdır. Yalnız Rüstem'in yüzünde belirli belirsiz bir gülüş vardır.)
KANUNÎ — (Bir an felce uğramış gibi durur, âdeta anlamı­yor gibidir. Sonra ani bir gazapla ikinci ulağın boynundan yaka­lar, şiddetle sarsarak.) Yalan söylersin köpek!... Yalan söylersin köpek!... Yalan söylersin. (En nihayet perişan, kolu kanadı dökü-lüyormuşcasına) Mustâfam ha?... Mustafam...
RÜSTEM — (Yavaşça hünkâra yaklaşır, elini öpmek ister.)
KANUNi— (Bir yerine bir şey batırılmış gibi) Haa.. (Karşı­sındakini hiç tanımıyor gibi bakar.) Ne istersin?
RÜSTEM— İzin verirseniz hünkârım...
KANUNΗ (Aynı bomboş bakışlarla) İzin mi? Ne izni? (Bir­den müthiş bir öfkeyle bağırır.) Tez halvet isterim... Çıkın... Çıkın.. Diyorum size... Defolun!... (İkinci ulağı göstererek) Bu köpeği, bu köpeği de götürün! (Herkes çıkar, Kanunî yalnız kalır.)
PERDE: II
SAHNE: IV
Kanunî yalnız, sonra Rüstem.
KANUNÎ — (Dudaklarından dökülüyormuşcasına) Musta­fam ha?... Mustafam. (Odanın içinde aşağı yukarı gezinerek)
Şurada üç beş yılım kalmıştı. Üç beş yıl sabredemez demek? Orduya, hem de sefer üzereyken fit sokar. Oğlum bu benim, (Tarifesiz bir kederle) Oğlum, Mustafam... (Birden kararlı) Olmaz öyle şey... (Bağırır.) Hey, kim var orada?
KETHÜDA — (Girer.) Buyrun hünkârım.
KANUNΗ Tez bana sadrazam paşayı çağırın!
KETHÜDA — (Etek öper çıkar.)
KANUNΗ (Yalnız) Tanrı hakkı için hayır. Mustafa yapmaz öyle şey. (Birden bir bıçak yemiş gibi) Ama ya yapmışsa?... Gerçekten yapmışsa... (Öfkeden, teessürden tanınmaz bir hal­dedir.)
İşte asıl o zaman Tanrım, işte asıl o zaman gör beni. Adale­tim nasıl olurmuş gör. (Rüstem girer, Rüstem henüz mûtad sera-monoyi yapmadan koşar ellerini tutar, oradaki rahlenin önüne götürür.) Tez yaz paşa... (Rüstem yazmaya başlar.) Tez yaz... Hünkârın Tahmasp üzere seferi var. Rumeli askeri, Anadolu as­keri... Cümle zeamet ve tımar askerleri hazır ola. (Bir an durur.) Vezirimiz Nasuh Paşa'ya yaz. Eğri'deki muhasarayı kaldıra, en süratli yürüyüşle orduyu hümayuna katıla. Şehzadelerimiz Selim ve Bayezit hanlara yaz... Toplayabildikleri askerle kendilerini bi­le bekleriz. Yaz. Turgut ve Sinan kullarıma yaz. Akdeniz'de kuş uçurmayalar. Avrupa'nın gözünü denizden ayırmayalar... (Yaz­masını bitirmiş, kalkmak üzere olan Rüstem'in ellerini yakalar.) Yaz., yaz.. Hünkârın onlara Amasya'da iki çift kelâmı var. Böyle yaz. (Birden müthiş bir öksürük nöbeti kendini iki kat eder. Ne­fes nefese oradaki divana yığılırken) Mustafam ha? Mustafam ha?...
RÜSTEM — (Birden tereddütle) Rahatsızsınız hünkârım. Hekimlerinizin rızası olmaz bu sefere.
KANUNÎ — (Nefes nefesedir.) Hekimlerimizin rızası mı? Hekimlerimin rızası ha?... Hekimlerim acaba derdin bu türlüsün­den anlar mı? Şimdiye dek görmüş, okumuş, ya da duymuşlar mıdır? Bir hançer evlât eliyle indi miydi, doğru yüreği bulur. Bu­nu bilirler mi? Öyleyse hani nerede hekimlerim? Niçin gelmez­ler?... Bu cehennem içre yanan başı serinletmezler... Gelseler ya. Ya da bıraksalar beni... Bildiğim gibi yapayım, bildiğim gibi öleyim. (Yeniden öksürük nöbeti)
RÜSTEM — (Atılır, hünkârın nöbeti daha rahat geçirmesine yardım etmek ister. Kanunî birden onun koluna yapışır.)
KANUNÎ — (Rüstem'in kolunu sıkarak) Sen... Tamam ya, sen, sen yapabilirsin bu işi.
RÜSTEM — (Ürperir) Hünkârım...
KANUNΗ Evet, evet... Bunu sen yapabilirsin ancak, sen... (Biraz doğrulur, Rüstem'i kendi gözlerinin içine bakmaya zorlar, müthiş bir heyecan içindedir.) Hayatımı senin ellerine bırakıyo­rum Rüstem. Beni yaşatmak da, beni öldürmek de senin elinde. Ben hiçbir zaman bu kadar zayıf olmadım, sen hiçbir zaman bu kadar kuvvetli bulunmadın. (Rüstem'in yüzünü kendine çevire­rek) Benim yerime sen gideceksin, benim yerime sen öğrene­ceksin. (Tehditkâr) Tanrı şahittir ki, hiçbir yalanı affetmem... Hat­ta o yalan bana hayat verecek cinsten olsa bile. (Âdeta yalvara-rak) Öğrenmek istiyorum Rüstem, öğrenmek... Babayım, oğlu­mu tanımıyorum. Hünkârım tab'amı tanımıyorum, anlıyorsun de­ğil mi, anlıyorsun?
RÜSTEM — (Diz çöker.) Efendimiz, af buyurun efendimiz. Bu benim için pek ağır bir vazife. (Yüzünü gizleyerek) Ben Şeh­zade Mustafa'yı severim.
KANUNΗ (Tir tir titreyerek) Ne demek? Ne haddine? Sa­na Mustafa'yı sevme diyen kim? Sana beni ondan fazla sev di­yen kim? Ben senden gerçeği istiyorum, Rüstem, gerçeği. Be­nim de onun da üstünde tutman gereken şey bu.
RÜSTEM — (Sevincini gizleyen bir teessürle) Yapamam efendimiz, yapamam... Bu kadar mesuliyetli bir iş vicdanıma ağır gelir. Ya sonra hükmüm mazallah aleyhte tecelli ederse, susmam hünkârıma karşı küfranı nimet olur, söylemem şehzademe karşı.
KANUNÎ — (Âdeta yalvararak.) Benim hünkâr olduğumu, onun şehzade olduğunu unut. Farzet ki biz baba ile oğul da de­ğiliz, iki davacıyız. Sana gelmişiz, hakimimiz sensin. Bunu yapa­caksın. Bu benim emrim.
RÜSTEM — (Etek öper.) Beli hünkârım, yapacağım, emir buyurduğunuz gibi yapacağım. Sizin hünkâr olduğunuzu, onun şehzade olduğunu unutacağım mademki fermanınız böyledir.
KANUNΗ (Gayet yorgun düşmüştür.) Haydi şimdi git. Ya­rın seraskerlik fermanını hazırlarız. İlk durağın Amasya olacak. Oradan haberini beklerim. (Tekrar Rüstem'in kollarını yakalar, yarı doğrulur.) Anlıyorsun değil mi Rüstem? Anlıyorsun... Neleri­mizi, nelerimizi ellerinize teslim etmişiz anlıyorsun. Haydi şimdi git. (Rüstem çıkar.)
PERDE: II
SAHNE: V
Rüstem, Hurrem, sonra Cihangir.
Salon. Rüstem büyük salonu uzun adımlarla geçerken Hur­rem saklanmış olduğu yerden çıkar. Öteki tarafta Kanunî büyük ıstırabına gömülmüş, hareketsiz oturmaktadır.
HURREM— (Fısıltı ile) Rüstem Paşa.
RÜSTEM — (Hurrem'i görür, ona doğru seğirtir. Bir sütu­nun arkasına çekilirler.) Ben de sizinle görüşmek isterdim sulta­nım.
HURREM — (Aynı fısıltı ile) Ne oldu?
RÜSTEM — (Muzaffer bir gülüşle elindeki kağıdı sallar.) Mustafa'nın hayatı elimde sultanım. (Meşum) Mustafa kellesini kurtaramaz gayri.
HURREM— Nasıl oldu, anlat.
RÜSTEM— İlkin (Sessizce anlatmaya başlar, o anda yuka­rıda merdivenlerden bir gürültü gelir, Cihangir iner, 20 yaşların­da, mariz denecek kadar solgun bir genç, kamburu âdeta daha büyümüştür.)
HURREM — (Fısıltı ile) Şehzade Cihangirmiş.
RÜSTEM — (Endişeli) Ne yapmak ister acaba?
HURREM — (Meydana çıkar.) Geceniz hayrolsun oğlum.
CİHANGİR—Geceniz hayrolsun valide. (Hünkârın arz oda­sına doğru yürür.)
HURREM (Arkasından giderek) Uyumamışsınız henüz?
CİHANGİR — (Annesine döner.) Ya siz? Siz uyumuş musu­nuz sanki? (Padişahın arz odasından sızan ışığı gösterir.) Ba­bam da uyumamış.
HURREM — Şevketlû hükümdarımızın efkârı var bu gece, kimseyi huzuruna kabul etmezler.
CİHANGİR — Beni kabul ederler sanırım. (Bir şey söyle­mek ister gibi annesine yaklaşır.) Valide?
HURREM — (Merakla) Buyurun arslanım.
CİHANGİR — (Birden vazgeçivermiştir.) Pek sıkıntılı bir ge­ce valide, uyuyamadım. (Eliyle gösterir.) Onun da, babamın da bu saatte uyanık olduğunu düşündüm. Bir şey daha düşündüm.
HURREM— Ne?
CİHANGİR — (Uzaktan bakıyormuş gibi annesine bakar.) Bilmem anlayabilir misiniz acep? Bu çoğu zaman böyle olur. Ba­bamın bana ihtiyacı var diye düşünürüm, giderim ki, babamın gerçekten ihtiyacı var bana.
Kanuni'nin kapısını vurur, Hurrem uzaklaşır.
PERDE: II
SAHNE: VI
Kanunî, sonra Cihangir.
KANUNΗ (Kapıya döner.) Kim o? Kim olursanız olun iste­miyorum. Rahat bırakın beni.
CİHANGİR — (Kafasını uzatır.) Benim baba.
KANUNΗ (Bu sakat, bu alil oğlunu görünce yumuşar, belli ki Cihangir'e bir evlât sevgisinden de ileri bir hisle, bir çeşit mer­hametle bağlıdır.) Ha, sen misin evlat gel bakalım...
CİHANGİR — (Girer, hiçbir seramoniye riayet etmeksizin doğruca babasının yanına gider, sade bir hareketle elini öper.)
KANUNÎ — (Dalgın, oğlunun başını okşar.) Nen var evlat solgunsun?
CİHANGİR— Ben baba, iyi değilim ben, kendimi iyi hisset­miyorum.
KANUNΗ Saray hekimlerine görünmedin mi?
CİHANGİR — Öyle bir hastalık değil, baba.
KANUNÎ — Şu halde?
CİHANGİR — (Bir anlatma güçlüğü içindedir.) Garip bir şey baba, âdeta uyur uyanık yaşıyorum. Birtakım hayaller... Hayal­ler... Hayaller... Ama gerçek hayal değil bunlar, kendi kuruntula­rım... Her köşe başında bir tane, her sütun ardında... (Hummalı) Zihnim bir cehennem çarkı gibi çalışıyor. Hayaletler, hayaletler... Vehimler... Vehimler imal ediyor. (Babasına sokulur.) Korkuyo­rum baba, korkuyorum.
KANUNΗ Çok müthiş bir seziş kudretiniz var yavrum. Ta çocukluğunuzdan beri bilirim.
CİHANGİR— Ama yanılmadım, şimdiye kadar hiç yanılma-dım baba. Sizi bunun için rahatsız etmek istedim. (Ürperen bir sesle) Kuvvetle hissediyorum ki, bir felâket hazırlanıyor. Belki de Âl-i-Osman için en büyük felâket. Ama kim hazırlıyor, nasıl hazır­lanıyor, maksatları ne, bilmiyorum. (Ürpertiler içinde) Baba, çok yalnız kaldım... Çok... En son Bayezit ağabeyim de taşraya çıktı­ğından beri hep böyle musallat fikirler içinde yaşarım.
KANUNΗ Bursa'ya nasbını o istedi.
CİHANGİR — Evet baba. Bana öyle geliyor ki, o daha da önce sezmeye başlamıştı bunu. Belki onunki sadece bir seziş de değildi. Belki o bir şeyler de biliyordu.
KANUNÎ — (İlk defa bir hükümdar olarak ilgilenmeye başla­mıştır.) Ne demek istersin?
CİHANGİR — (Sıkıntılı) Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim, ya da sezdiğimiz bir şey: Bayezit o şer kuvvetlerine karşı fethedilmez bir kaleydi. O gittikten sonra daha kolay, daha rahat sokuldular bize, ta içimize...
KANUNΗ Valideniz Sultan'a açtınız mı bu garip korkuları­nızı?
CİHANGİR — Hayır. Birkaç defa denedim. Ama yapama­dım, itiraflarım boğazıma düğümlendi. Niçin bilmem, sanki taşı­yamayacağım kadar ağır bir yük var üzerimde.
KANUNΗ (Ayağa kalkar, şu anda o da üstünde böyle ağır bir yük taşımaktaymış gibi) Yoksa sen de benim gibi başında bir tacın ağırlığını mı taşırsın oğul?
CİHANGİR — Biz de o tacın gölgesinde yaşarız baba. Bi­zim de üstümüzde o tacın gölgesinin ağırlığı vardır.
KANUNÎ — (Çok duygulanmıştır, pencerenin önüne gelir, bir zaman dışarıyı seyreder, sonra oğluna döner.) Şu anda çok uzakta, Dicle ya da Tuna kıyılarında bir fakir balıkçı düşünürüm. Yarın ki rızkı ağlarındadır. O günkü sofrasında... oğulları... kızla­rı... varsa torunları... (Kendi kendine tahrik ettiği bu hayal onu âdeta büyülemiştir.) Düşün oğul, düşün bir defa: Bu balıkçı baba gözlerini kapadı mı uyur, ya hemencik uyuyuverir... Başları üs­tünde böyle büyük, sır saklayan sağır kubbeler yoktur. (Heye­canlanmış) Ne dünyada, ne de ahirette sorgu sual yoktur ona. (Bir an nefes nefese durur, sonra yeniden aynı cazip hayallere döner. Yalnız bu defa sesinde buruk bir acı vardır,.) Bu balıkçı baba ihtiyarlamaz oğul, ihtiyarlamadan ölür. (Ürperen bir sesle) İhtiyarlık ne zaman hissettirir kendini bilir misin? Bir terk edilmek korkusuyla beraber geldiği zaman terk edilmek; o fakir balıkçı bilmez bunu. Çünkü daima etrafında kendine yetecek kadar kim-
sesi olmuştur. Ne daha fazla, ne daha eksik tıpkı kendisine yete­cek kadar lokması olduğu gibi.
CİHANGİR — (Bir iç tepiyle babasına sarılır, coşkun.) Baba, beni anlıyorsun, baba...
KANUNÎ — (Acılı) Asıl sen anlıyorsun beni oğlum, sen. (Pencerenin yanına getirir oğlunu, pencereyi açar.) Bak şu göre­bildiğin kadar, onun ardında göremediklerin... Göremediklerinin de ötesi... Ondan da öte... Bütün bunlar benim oğlum ve ben ra­hat değilim. Bir buyruğumla dağı taşı harekete geçirebilirim, der­yaları donatabilirim, krallıklar fethedip krallıklar dağıtabilirim. Dost düşman bana Büyük Süleyman der. Muhteşem Süleyman der, korkusuz Süleyman der. (Eğilir, oğlunun başını avuçları ara­sına alır, gözlerinin içine bakar.) Ve ben senin şu masum, şu ço­cuk gözlerine korkusuz bakamam... (Bezgin bir hareketle) işte benim devletim, işte benim gücüm... (Öksürük nöbeti)
CİHANGİR — (Atılır.) Baba.
KANUNÎ — (Oğlunun yardımını iter.) Dur oğlum, henüz o kadar değil. O raddeye gelmedik. Desteksiz durabiliyoruz he­nüz. (Dalgın okur)
"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi.
Olmaya dev­let cihanda bir nefes sıhhat gibi."
(Acı bir sesle) Teee o zamanlar söylemiştim bu beyti oğul. Çok önceler, gençken, kuvvetliyken, haysiyetli bir babayken. Ne tuhaf, sanki bugün için söylemişim.
CİHANGİR — (Pencereden dışarıya uzanarak) Bulutlar top­lanıyor baba, bulutlar... Âl-i-Osman'ın üstünde kapkara bulutlar...
Perde
ÜÇÜNCÜ PERDE
SAHNE:l
SAHNE: Amasya'da Şehzade Mustafa'nın sarayında bir sa­lon. Dipte bahçeye uzanmış balkon. Yukarı kata çıkan ve alt ka­ta inen merdivenler. Sağda solda giriş ve çıkış kapıları. Sahne ilk önce boştur. Sonra alt kattan Rüstem Paşa ile Şemsi Ağa çıkar­lar.
RÜSTEM — (Kendini göstermemeye çalışan Şemsi Ağa'ya) Şimdiye dek talimatıma göre hareket ettiniz. Gü­zergâhım üzere halkı tam istediğim kıvamda buldum. (Alayla) Bu halk, bu beni istemeyen halkı nasıl kullanacağım, onunla neler yapacağım göreceksiniz.
ŞEMSİ — (Tedirgin) Devletlû... Artık tahammülümüz kalma­dı. Burada, bu sarayda, şehzadenin bu kadar hareminde, onun canına kast ederek yaşamak bize göre bir hizmet değil. O öyle her defasında gönlümüzü aldıkça...
RÜSTEM— (Bir kese altın fırlatır.) Biz de gönül almasını bi­liriz. Şemsi Ağa, hem biz kime hizmet ederiz, niçin hizmet ederiz bilir misiniz. Sizi himayemiz altına almadan ve bu iş için müna­sip görmeden önce nerede yaşardınız hatırlayınız.
ŞEMSİ — (Eğilir.) Beli efendim.
RÜSTEM— (Tehditkâr) Sizi zindanınızdan kim çıkardı? Ni­çin çıkardı?
ŞEMSİ— (Titreyerek) Emredin efendim.
RÜSTEM — Haydi şimdi git, onların, o budala güruhun
arasına karış. Onların öfkesini, onların kinini üstüme çevirmek için ne yapmak gerekirse yap. (Şeytanca) Onlara de ki: Tahtla Mustafa arasında ben dururum. Hünkâr tahtı Mustafa'ya terk edip Dimetoka sarayına çekilmek diler. İllâ ben engel olurum. Onlara de ki: Mustafa dururken seraskerliğe benim nasbedil-mem bir bid'attır. Mustafa Han'ın hakkını aramamız gerek.
ŞEMSİ — (El öper.) Başüstüne efendim.
RÜSTEM— Ve tam zamanında anlıyor musun, tam zama­nında sizi ve o kudurmuş güruhu yolum üstünde bulayım. Haydi şimdi git. Benim şehzade ile mülakatım var.
Şemsi Ağa geldiği yoldan çıkar.
PERDE: III
SAHNE: II
Rüstem, sonra Mustafa.
RÜSTEM — (Az bir zaman yalnız kalır, salonda enine bo­yuna birkaç kere gezinir. Sonra yukardan Mustafa iner, o çağlar­da 40 yaşlarındadır.)
RÜSTEM — (Mübalağalı bir eğilişle) Şehzadem durumu son bir defa daha görüşmek için emir buyurmuştunuz. Geldim. Durum sizce de bilinmektedir. Tahmasp şarkta her gün bir kale­mizi düşürmekte, Âl-i-Osman namı ile ilk defa zelil olmaktadır. Ordu hâlâ düşmanla değil bizimle uğraşır. Daha evvel Sokollu Paşa kumandasında sevkedilenler, şimdi de benim getirdiklerim. Sanki daha önceden kararlaştırılmış gibi, hep aynı ismi ileri sü­rerler. Sizi isterler. Başlarında siz bulunmadıkça düşman üzere yürümek istemezler.
MUSTAFA — (Karşısındakine buz gibi işleyen bir gururla) Siz ne düşünürsünüz, nasıl düşünürsünüz bilmeyiz. Bilmek de istemeyiz. Yalnız umarız ki hünkâr babamız oğullarını her türlü şâyibeden uzak tutarlar. Biz nefsimiz için Âl-i-Osman'ı maazal­lah düşman önünde, tarih önünde küçük düşürecek bir yaradılış­ta değiliz. Ve bu böyle bilinsin isteriz.
RÜSTEM— (Belirsiz bir alayla) Alıngansınız şehzadem.
MUSTAFA — (Samimi) Hayır, sadece üzgünüz, pek üzgü­nüz. Biliriz... Ordu bizi sever, ordu bizi ister, biz de orduyla ol­mak isteriz. Kanımız kaynar. Ama bu karşılıklı sevgi tarafımızdan hiçbir zaman istismar olunmamıştır. Devletlû Hünkârımızın bunu böyle bilmeleri elverirdi.
RÜSTEM — (Sahte bir tatlılıkla) Hünkâr uzakta şehzade, çok uzakta. Hünkâr hadiseleri olduğu gibi değil, halk arasında nasıl tefsir olunuyorsa öyle duyar.
MUSTAFA — (Üzgün) Ve bu tefsir pek aleyhimize, öyle de­ğil mi?
RÜSTEM — (İğneleyici) İtiraf eylemeli ki öyle.
MUSTAFA — Peki bir babaya düşen başka eylemez?
RÜSTEM— Haklısınız. Bir baba öyle yapmalıydı. Ama bir hükümdar böyle yapamaz.
MUSTAFA — Ya nasıl yapar?
RÜSTEM— Mutemedini gönderir, suallerini ona sorar.
MUSTAFA — (Dehşetle bakar.) Yani siz?
RÜSTEM — (Eğilir.) Beli şehzadem.
MUSTAFA — (Çok kırılmıştır.) Siz. Demek babamız böyle münasip görür? Bizi bizden değil de, sizden sual eyler? (Susar sessizlik oldukça uzar.)
MUSTAFA — (Gururlu) Bizim size verecek ne cevabımız olabilir? Bu fitnede suçumuz yoktur diye yemin mi edelim? Ken­dimizden özge, kendi sözümüzden gayri tanıklar mı bulup getire­lim? Babamıza bizim için delalette bulunmanız için ayaklarınıza mı kapanalım? Babamız gururludur biliriz, suçlu zan eylediği ev­ladını çağırıp da ondan hesap istemeyecek kadar gururlu. Ya biz? Biz neyiz? Biz de o babanın oğlu değil miyiz? Bir sual doğ­ruca bize sorulmadıkça susmamız gururumuz icabıdır. Bunu devletlü pederimizin bilmesi gerekmez miydi. (Bir an susar, son­ra birden hünkâr azametiyle) Vezir Paşa: Bu sual mademki size sorulmuştur, cevabını da siz vereceksiniz. (Acı bir sesle) Suçlu muyum? Değil miyim? araştırmak size düşer. (Gururlu) Benim size söyleyecek hiçbir sözüm yoktur. (Gururlu adımlarla çıkar.)
Rüstem onun arkasından uzun uzun bakar, bakışlarından hem hakarete uğramış bir insanın öfkesi, hem de sinsi bir sevinç vardır. Sonra o da ani bir hareketle döner ve geldiği yerden çıkar. Sahne bir an boş kalır, sonra Şair Yahya ile bir iç oğlanı girer.
PERDE: III
SAHNE:III
Yahya, iç oğlanı, sonra Mustafa.
YAHYA — (Şehzadenin namesini iç oğlana verir.) Şu na­meyi şehzadeye ulaştırın. Ve bu name sahibi sizi bekliyor de­yin. (İç oğlanı nameyi alır ve çıkar.)
Salonda yalnız kalmıştır. Salonda gezinirken şehzadenin bazı mısralarını mırıldanır.
Mideyim zayi idup tülü emelle nefesi?
Kalmadı zerre kadar dilde bu dünya hevesi
Istırabı ko gel ey mürg'u revan sabreyle
Eskiyip işte harabe varıyor ten kafesi
Şehzade Mustafa büyük bir heyecanla girer.
MUSTAFA — (Büyük bir sevinçle Yahya'ya doğru yürür­ken) Dostum Yahya. Üstadım, kardeşim benim.
YAHYA — (Eğilip şehzadenin elini öpmek ister, şehzade çeker.)
MUSTAFA — (Elini çekerken) Estağfurullah. Aramızda teş­rifat gerekirse, üstadın elinden çırağın öpmesi gerektir. Teşrifat istemezsen (Yahya'yı bağrına basarak) seni dostum olarak ku­caklarım.
YAHYA — (Memnun) Ya ben? Sizi hangi isminizle yad ey-leyeyim? Şehzade Mustafa'yı pek az tanırım. Ama Şair Muhlisi'yi çok iyi tanırım ve severim.
MUSTAFA — Dostluğunuz Şehzade Mustafa'ya da, Şair Muhlisi'ye de aynı derecede şeref verir. Dersaadet'ten gelirsiniz demek?
YAHYA — (Kaçamak) Beli şehzade.
MUSTAFA — Umarım ki uzun müddet misafirim olarak ka­lırsınız.
YAHYA — (Yüzünde belirsiz bir gölge belirir.) Siz kovunca-ya kadar.
MUSTAFA — Kovmak mı? O nasıl söz? Bir gün şu konak, ben unutulsam bile, Şair Yahya'yı konukladığı için saygı ile anıla-
caktır. Yalnız merak ederiz: Sizi buralara, bizi görmeye sadece bir dostluk alakası mı cezbeder?
YAHYA — (Hep kaçamak) Beli, demin şurada mısralarınızı mırıldanıyordum. Nasıldı o?
Nideyim zayi idüp tülü emelle nefesi?
Kalmadı zerre kadar dilde bu dünya hevesi
Kendi kendime dedim ki: Şair Muhlisi, Şehzade Mustafa'nın imdadına çağırır beni.
MUSTAFA — (Yahya'ya yeniden sarılır.) Civanmert karde­şim, gerçekten dört yandan sarılmış gibiyim. İşin kötüsü düş­manlarımı tanımam. Onlarsa beni çok iyi tanırlar... Ve en can alı­cı yerime vururlar... Gururuma.
YAHYA — Gururunuz sizin kuvvetinizdir.
MUSTAFA — Zaafımdır da Yahya... Zaafımdır da. Bilirim, bugüne dek dost düşman gözünde ne olabilmişsek, gururumuz sayesinde olmuşuz. (Sanki uğursuz bir kehanette bulunuyormuş gibi) Bundan sonra da ne olacaksa gururumuz yüzünden olaca­ğız.
YAHYA — (Araştırıcı) Çok bedbin görünürsünüz Şehza­dem.
MUSTAFA — Yalnız sana öyle görünürüm. Evimde, kadı­nımdan, çocuğumdan bile saklarım kendimi. (Sorar.) Siz ki Der­saadet'ten gelirsiniz; aleyhime esen havayı teneffüs eylemediniz mi?
YAHYA — (Üzgün) Beli Şehzadem, itiraf edeyim ki onun için geldim. Şehzademin hayatı tehlikede iken bize uzakta dur­mak yaraşmazdı.
MUSTAFA — (Sapsarı) Ne dersiniz, o raddeye geldik mi?
YAHYA — (Samimi) Belki de ben fazla mübalağa ederim, sizi sevdiğim için. Dersaadet'te biri daha benim gibi düşünür­dü.
MUSTAFA — Kim?
YAHYA — Şehzade Cihangir. Küçük karındaşınız. (Bir mek­tup uzatır.) Size takdim kılınmak üzere bu nameyi verdi.
MUSTAFA — (Tehalükla alır, mektubu içinden okur.) Kor­kular... Korkular... Korkular... Hiçbir delile dayanmayan marazi korkular... Bana Rüstem Paşa'dan sakınmamı yazıyor. Ama niçi-nini yazmıyor... (Bir an durur.) Hayır, hayır... Ben Âl-i-Osman'ın en büyük ümidi, Sultan Süleyman'ın en sevgili şehzadesi ben, bir Rüstem Paşa'nın isnatlarına feda edilemem. Babam sever beni.
YAHYA — Beni korkutan da bu şehzadem. Hünkârın size karşı duyduğu bu büyük, bu ölçüsüz sevgi. Bir tacidarın sevgisi bu şehzadem, nasıl korkulmaz.
Bu sevgi insanı hem yüceltir, yüceltir, bütün kâinata hâkim kılar, hem de kahreder.
MUSTAFA — Ama elimizde delil yok. Şehzade Cihangir'in iddiaları kendi mariz ruhunun ve bana karşı duyduğu sevginin mesnetsiz, delilsiz tezahüründen başka bir şey değil. Zavallı kar­deşim benim, bütün ömrünü korkular içinde yaşamıştır. Benim hesabıma senden korkar, senin hesabına benden. Şimdi de ba­na Rüstem'den sakınmamı yazıyor. Ama hiçbir delil vermeden.
YAHYA — O kendinde olanı size veriyor ya. Delilsiz de ol­sa, bu iddialar Rüstem Paşa'nın hareketiyle bir mana kazanmış olmuyor mu?
MUSTAFA — (Durgun) Oluyor, oluyor ya.
YAHYA — Niçin babanızla karşı karşıya gelip de anlaşmak istemezsiniz?
MUSTAFA — (Haysiyeti incinmiş) Yapamam Yahya, yapa­mam. O bizi bize sormayı lüzumsuz bulur. Araya Rüstem gibileri koyar. (Sayinur girer, telaşlıdır, salonda bir yabancıyı görünce çekilip gitmek ister, fakat Mustafa mani olur)
PERDE: III
SAHNE: IV
Evvelkiler, Sayinur.
MUSTAFA — Gel, gel kadınım, gel. Sana şiirde de insanlık­ta da kendisinden feyz aldığım üstadım Yahya'yı tanıtayım.
YAHYA — (Sevgi ile eğilir.) Şehzadem iltifat ederler, biz be­raber başlamıştık.
MUSTAFA — Beraber başlamıştık, doğru. Lakin o bizi çok aştı, yoldaşımız iken üstadımız oldu.
SAYİNUR — Efendimiz bana çok korkunç şeyler söyledi­ler: Rüstem Paşa yanınızdan çok hiddetli ayrılmış, ya maazallah hünkârımız efendimize hakkınızda yazarsa?
MUSTAFA — (Sinirli) Hakkımızda yazarsa mı? (Karısına karşı müşfik) Siz de mi bunun tasasını çekersiniz? Demek Sul­tan Süleyman'ın şehzadesinin hayatı bu kadar teminatsız görü­nür size? Herkese... Bir Rüstem Paşa gelmekle herkes celladın satırını boynumda görür. Yoo, eğer gerçekten böyle ise, ben öl­meliyim, bin defa ölmeliydim şimdiye kadar. Bin defa, arımdan.
SAYİNUR — (Ağlayarak Mustafa'nın ayaklarına kapanır.) Efendimiz, yalvarırım size efendimiz paşa ile barışınız.
MUSTAFA — (Onu tutup kaldırır.) Kalk kadın, Allah'a şükür ben henüz bu kadar alçalmadım. Siz henüz bu kadar düşmedi­niz! İstikbale güvenle bakabiliriz henüz. (Balkonun nihayetine doğru gider, oradan dışarıyı seyreder.) Bir memleket düşünü­rüm: İnsanları daha yürekten sever, kardeşin kardeşten korkusu yok, hükümdarın hakkı tabaanın hakkından yeğ tutulmaz. Herke­sin hakkı diğerinin hakkı ile sınırlanmış. Bir memleket düşünü­rüm. Herkes ne kadar insansa, o kadar saygı görür, hudutta bekleyen asker, ne için beklediğini, kimi beklediğini bilir. Bilir ki burada uğruna ölmek zorunda olduğu şey bir hükümdarın imti­yazı değil, kendi haklarıdır. Yaşamak ve sevmek hakkı. Hüküm­darın imtiyazı dedim ha. Ne laf. Hükümdarın ancak vazifesi ola­bilir, en üste çıkarıldığı için, en çetin vazife.
Dışarıdan gürültüler gelir, silâh sesleri, bağrışmalar, haykı­rışlar. Bir an herkes susar, birbirlerine bakar.
MUSTAFA — (Hızlı adımlarla kapıya doğru yürür.) Hey, kim var orada?
İç oğlanı girer.
İÇ OĞLANI — ( Nefes nefese) Halk efendimiz, halk gaza­ba gelmiş. Halkı durdurmak imkânsız. Rüstem Paşa'yı parçala­mak isterler.
MUSTAFA — (Büyük bir öfke ile) Ne demek? Ne hadlerine.
SAYİNUR — (Kendini onun ayakları dibine atar.) Bu halkı, bu kudurmuş halkı zaptedemezsiniz efendimiz. Korkarım size de kasdederler.
MUSTAFA — (Karısını eliyle yana iterek çıkar.) O zaman da şerefimizle ölürüz. (Dışarıya fırlar.)
Yahya ile Sayinur balkonun ölüne gelirler, fakat kadın baka-maz.
SAYİNUR — (Gözlerini kapayarak) Allahım, büyük olan sensin, rahim olan sensin, onu sen koru...
Dışarıdaki gürültüler bir anda kesiliverir. Belli ki Mustafa is­yana hakim oluvermiştir.
YAHYA — (Döner, gördüğü manzaranın heybetinden göz­leri yaşarmıştır.) Sana çok şükür Tanrım, doğru seçmişim. Terci­himi yerinde yapmışım. Süleyman'ın oğlu, Süleyman'ı aşacak. (Şu anda yüzünde bir büyük din uğrunda kendini vermek iste­yen müminlerin cesur ifadesi vardır.) Eh, artık bu yolda ölebiliriz.
SAYİNUR — (Ürkek) Ne oluyor?
YAHYA — Bir büyük hükümdar doğuyor, benim için, tabaa-sı için, bütün insanlık için en büyük müjde. Yalnız Âl-i-Osman değil, dünya nihayet bir hükümdar kazanıyor.
Mustafa kollarına girmiş olduğu Rüstem'i yaralı bir halde ta­şıyarak gelir, arkasında birinci, ikinci, üçüncü asiler vardır.
MUSTAFA — (Yaralı Rüstem'i divana yatırdıktan sonra asi­lere döner.) Ne demek oluyor bu? Tez cevap verin. Ne demek olur bu?
BİRİNCİ ASİ— Efendimiz, biz onu öfkemizle kovalamadık. O bizim öfkemizin üstüne vardı. Hem de en yakışıksız sözlerle.
MUSTAFA — Yakışıksız sözler... Anlıyorum. Peki ama bun­dan size ne? Benimle devletlû pederim arasına ne hakla, ne ce­saretle girersiniz?
İKİNCİ ASİ— Boynumuz kıldan incedir. İllâ bizim de suali­miz vardır. Ya onlara, Rüstem Paşa gibi kullarına ne olur? Onlar hangi hakla, hangi cesaretle girerler aranıza?
ÜÇÜNCÜ ASİ — Unutmayın ki şehzadem siz omuzlarınız üzerinde bizim de başımızı taşırsınız.
MUSTAFA — (Kararını vermiştir.) Bu ana kadar kararsızlık içindeydik, davetin devletlû hünkârımızdan gelmesini beklerdik. Doğru olan da buydu, fakat bugünden tezi yok, teşebbüsü biz ele alacağız. (Rüstem'e döner.) Paşa, pekâlâ bilirsiniz ki kendi adımıza olsaydı, size şu eli uzatmaktansa, bir defa ölmeyi tercih ederdik. Ama haklarımın, dolayısıyla haklarının çiğnendiğine ina­nan bu sabırsız insanlar beni buna zorluyor. (Elini uzatır.) İşte elim. Barışalım. Ve bize babamızdan, devletlû hünkârımızdan bir mülakat temin et. Ona hesap vermek isteriz. Kendi adımıza ve şu bahtsız insanlar adına.
RÜSTEM — (Büsbütün tahrik edici bir kibirle) Şehzade... Eliniz de, mülakat talebiniz de reddedilmiştir.
Bir an sessizlik, Mustafa'nın eli öylece boşlukta kala kalır. Sonra birden bu el bir tokat olarak Rüstem'in yüzünde şaklar.
MUSTAFA — (Zaptedemediği bir tehevvürle) Öyleyse bu el bir işe yarasın bari.
RÜSTEM — (Sanki tokatı yiyen kendisi değilmiş gibi) Bu el benim suratıma inmedi şehzadem, benim şahsımda Âl-i-Osma-n'ın en büyük insanının, şevketlu hünkârımızın suratına indi. Çünkü ben onun adına gelmiştim. Her ne yaptıysam, onun adına yaptım. (Koynundan Kanunî'nin mührünü çıkarıp gösterir.) Onun adına icrayı adalet eylemek isterdim. Alacağım her karar altına bu mührü basmak hakkına ve selâhiyetine sahibim. Siz işte bu
hakka ve selâhiyete karşı geldiniz şehzadem. (Tepeden bir ba­kışla) Söyleyeceğiniz bir şey var mı?
MUSTAFA — (Hiddetin ve kırgınlığın en üst noktasında) Evet var: Defolup gitmeniz, hemen derhal... Yoksa dinim hakkı için sabredemeyeceğim, sabredemeyeceğim bu adamların inti­kamına bırakıvereceğim sizi.
RÜSTEM — (Soğuk) Zaten aklınız varsa öyle yaparsınız Şehzadem. Aklınız varsa ve henüz ellerinizde tutarken beni öl­dürürsünüz. Çünkü ben merhamet etmeyeceğim. Tokatınızın şiddetini olduğu gibi hünkâra götüreceğim.
Birinci, ikinci, üçüncü asiler kılıçlarını çekerler. Rüstem'e doğru yürürler.
MUSTAFA — (Onları önler.) Durun! Bu dünyada da, öteki dünyada da size ben kefil olmak isterim. Şu anda haklıyız. Suç­lu olmayalım. Babamın öfkesi büyüktür. Ama şefkati daha bü­yüktür. Bu mülakatı kendi adıma, sizin adınıza ben talep edece­ğim ondan. (Işıklar kararır.)
PERDE: III
SAHNE: V
Yeniden aydınlandığı zaman sahne aynıdır. Birkaç gün son­ra, bir sabah. Sahnede Mustafa, Yahya ve Sayinur kadın vardır.
MUSTAFA — (Elindeki mektubu okuyup bitirdikten sonra Yahya'ya döner, memnun.) O kadar beklediğimiz an geldi Yah­ya, babamız bizi çağırır, bizi dinlemek ister.
YAHYA — (Araştırıcı) Gidecek misiniz?
MUSTAFA — (Samimi) Babamız bizi çağırır dedim ya. Bize gitmek düşmez mi? (Mektubu Yahya'ya uzatır.) Al, oku.
YAHYA — (Mektuba göz gezdirir, okuduğundan memnun kalmamıştır.) Doğru babanız sizi çağırır. Lakin bana öyle geliyor ki bu mektup sizinkinin cevabı değil. Bu Rüstem'in tezviratiyle kaleme alınmış bir mektuba benzer. Adeta size gelin de, hakkı­nızdaki isnatlara cevap verin demek ister.
MUSTAFA — (Düşünceli) Doğru. Ama benim vazgeçme­yeceğim bir mülakat bu. Babam sonunda nasıl olsa beni dinle­yecek ya.
YAHYA — (İşleyici bir sesle) Ya dinlemek istemezse?
MUSTAFA — (Sapsarı) Ne demek istersin? (Yahya susar.)
SAYİNUR — (Atılır.) Efendimiz, ben bir kadınım, aklım pek ermez bu gibi şeylere... Pek iyi düşünmeyi beceremem... Ama hissederim... Efendimiz korkuyorum ben, korkuyorum... (Ağlar.) Rüyalarım...
MUSTAFA — Allah şahittir ki, ben istemedim, ben tahrik et­medim. Bu halkın bu kadar ısrarla beni istemesi ve bunu, bu ka­dar düşüncesizce ortaya koymaları benim suçum değil. Ben elimden geldiği kadar onların sert çıkışlarını önlemeye çalıştım. Ama bugün bu hareketin ortasında hatta başında görünürüm. Hey Allahım, bana ne yapmak düşer. Benim asıl vazifem hangi­si?
YAHYA — Çok haklısınız şehzade, burada bu kararı hemen vermeniz gerek. Bu karar hem sizin kaderinizi, hem de size ina­nanların kaderini tayin edecek. Orada babanız oğlundan sada­kat ve itaat bekler. Burada gönlünü size vermiş olanlar sizden
hükümdarca bir davranış beklerler. Görelim bakalım, siz iyi bir evlat mı olmak istidadındasınız, büyük bir hükümdar mı?
MUSTAFA — Büyük bir hükümdar nasıl davranır?
YAHYA — Büyük bir hükümdar nasıl davranır? Bunu mu görmek istersiniz? Gözünüzü babanıza çevirin. Babanız sizi se­ver değil mi? Ama devletini sizden daha çok sever. Bir tercih yapmak gerekse sizi feda eder. Bundan hiç şüpheniz olmasın.
MUSTAFA — (Istırap içinde) Yani ben de müstakbel devle­timle babam arasında aynı uğursuz tercihi yapayım istersiniz. Öyle mi?
YAHYA — (Acıyarak) Çok ıstırap çekiyorsunuz şehzadem.
MUSTAFA — Ben babamı düşünürüm. Ya o, o neler hisse­diyordur şimdi Allah bilir. Onun o büyük kalbini ben çok iyi tanı­rım Yahya. Kim bilir şimdi nasıl paramparça kanıyordur. O eğer bir ölüm hazırlamışsa bize, kendisi de çoktan ölmüş demektir. (Müthiş bir teessürle) Zavallı babam. (Sayinur hıçkırır.) Allah bin türlü belasını versin hükümdarlarla halkı arasına giren her türlü teşrifatın. (Büyük bir ıstırap içinde) Babam benden şüpheleni­yor... Benden... Ve ben onun şüphesini gideremiyorum. (Kapıya doğru yürür ve bağırır.) Hey, kim var orada?
İÇ OĞLANI — (Girer.) Buyurun efendimiz?
MUSTAFA — Tez atımı hazırlayın. (İç oğlanı çıkar.)
YAHYA — Gideceksiniz demek?
MUSTAFA — (Bir sır verir gibi) Biz onunla birbirimize ben­zeriz Yahya. Benim ıstırabımı gör, onunkini düşün. (Kararla) Git­meliyim Yahya, gitmeliyim... Onunla yüz yüze gelmeli, konuşma­lıyım. Gerekirse bu başı bu yolda vermeliyim.
YAHYA — (Mustafa'yı bir ağabey gibi kucaklar, başını avuç­ları arasına alır, tekellüfsüz.) Öyleyse bu başa pek yazık olacak, pek.
MUSTAFA — (İrkilir.) Nasıl düşünebiliyorsun bunu?
YAHYA — Biliyorum, Mustafam, biliyorum... Sadece bir tah­min değil benimki. Baban seninle yüz yüze gelmeye cesaret edemeyecek. Çünkü baban senin hakkında kararını verdi.
MUSTAFA — (Dehşet içinde) Ne demek istersiniz?
Sayinur, olduğu yere yığılır.
YAHYA — Süleyman gibi hükümdarlar için bütün güçlük ka­rar verinceye kadardır. O şu anda sadece adaletini düşünür, ar­tık Şehzade Mustafa diye bir kaygısı yoktur. Dinim hakkı için kendi karşısına suçlu olarak kendini çıkarmış olsaydı, vereceği hüküm başka türlü olmazdı. Süleyman'ın adaletine de bu yakışır.
MUSTAFA — (Müthiş bir yeisle) Bunları... Bütün bunları nerden biliyorsun sen?
YAHYA — Dersaadet'ten bir mektup aldım. Şehzadelerinin hayatlarından endişe duyan dostlarımız yazar: Hünkâr geçen cu­ma günü Şeyhülislâm Efendi'yle bir görüşme yapmış. Görüşme­nin mevzuu şu: Şehrin tanınmış bir taciri bütün malını mülkünü en itimat ettiği kölesine emanet ederek taşraya gider, döndü­ğünde kölesini hem malına, hem de canına kasteder görür. Bu köle hakkında fetva nedir? Fetva: İşkence ile katledile, şimdi herkes, bütün Dersaadet halkı bilir ki bu, fetvadaki köleden mu­rat Şehzade Mustafa'dır. (Birden bir iç tepkiyle Mustafa'nın önü­ne diz çöker.) Sizsiniz hünkârım, sizsiniz.
MUSTAFA— (Anlamamış) Hünkârım mı, dediniz?
YAHYA — (Kendinden geçmiş gibidir.) Evet hünkârım... Ben Yahya kulunuz, size ilk bi'at eylemek isteriz. Süleyman Han büyük bir hükümdardı. Çok büyük bir hükümdardı... Ama gelmiş geçmiş hükümdarlar arasında daha büyükler de vardı... Bunların artık bize ne hükmü var? Âl-i-Osman'a ne faydası var? Siz efen­dimiz, siz gençsiniz. Süleyman'ın oğlusunuz, o büyüklüktesiniz ve gençsiniz. Sözüme iyi dikkat ediniz, gençsiniz.. Ben çok dü­şündüm, efendimiz çok düşündüm. Ve en nihayet oğulu babaya tercih ettim. Yanıldığımı sanmıyorum. Nice yüz binler var ki tıpkı benim gibi sizi seçmiş bulunurlar. Emredin, hepimiz bu uğurda ölmeye hazırız.
MUSTAFA — (Dehşetle) Ne, siz beni babamla bir ölüm ka­lım kavgasına mı atmak istersiniz?
YAHYA — (Üzgün) Bunu biz istemeyiz. Bunu siz de iste­mezsiniz... Ama Âl-i-Osman'ın elinden sizin gibi bir ümit koparı­lıp alınmak istenirse, buna nasıl bizim rızamız olabilir? Babanız bu millete sizin yerinize, sizin değerinizde, sizin ağırlığınızda ne verebilir bundan sonra? Yaptığı fütuhat kadar yeniden fütuhat yapsa dahi bu kaybı telafi edebilir mi?
SAYİNUR — (Mustafa'nın ayaklarına kapanır.) Gitmeyin efendimiz, gitmeyin. Milletiniz sizi seviyor... size güveniyor...
MUSTAFA — (Sapsarıdır, ama kararlıdır, karısını okşar.) Asıl şimdi gitmem gerek kadınım, asıl şimdi gitmem gerek. Ben babama karşı duracağım ha? Silâhımı ona çevireceğim ha? Ve o silâhımdan yılacak ha? Yılıp da gerileyecek. Babamın yarım iş yaptığı görülmüş müdür? (Heyecanlıdır.) Dinim hakkı için gözleri­ni bile kırpmaz, silâhımın üstüne atılır. (Meyus) Yooo... Eğer baş­ka çaremiz kalmamışsa, birimizden biri ötekinin hayatına mal olacaksa, Allah babamızın hesabını bizden soracağına, bizim hesabımızı ondan sorsun.
İÇ OĞLANI — (Girer.) Atınız hazır efendimiz.
MUSTAFA — Pekâlâ... (Bir işaret eder, iç oğlanı çekilir; karı­sını kucaklar.) Gidiyorum kadınım ümitlerimin hepsi kırılmış değil henüz. Babam beni dinleyecek göreceksin. Oğlumuza sahip ol.
Kadını hıçkırarak ortaya yığılır.
MUSTAFA — (Yahya'ya sarılır.) Sen dostum, gönlünü ferah tut, babamız bizi çağırır... Elbet bir diyeceği var. Bize itaat düşer.
YAHYA — (Metin) Hayır şehzadem, bizim vedamız burada ve bu türlü olmaz... Ben de sizinle geleceğim. Mademki hünkârım olarak bi'atımı kabul etmediniz, yoldaşlığımı kabul bu­yurunuz. (Mustafa heyecanla ona sarılır.)
YAHYA — (Mustafa'yı göğsünde sıkarken gözleri yaşarmış­tır.) Varsın bu bir ölüm yolculuğu olsun, ne gam?... (Çıkarlar.)
Sayinur'un hıçkırıkları.
DÖRDÜNCÜ PERDE
SAHNE:l
Hurrem, Mihrimah, Rüstem.
Kanunî'nin sarayında bir salon. Sağda hünkârın arz odası. Solda Hurrem'in has odası. Perde açıldığı zaman ışıklar yalnız has odasını aydınlatır.
RÜSTEM — (Girer.) Hünkâr beni kabul etmedi. İlk defadır ki kapısından çeviriyor beni.
HURREM — (Aynı Rüstem'in ses tonuyla) İlk defadır ki günler geceler geçiyor, hünkâr beni aramıyor.
MİHRİMAH — Odasına kapanmış, Cihangir'den başka hiç kimseye ihtiyacı yok.
RÜSTEM— Şehzade ne kadarını biliyor acaba?
HURREM— Hiçbir şey, ya da hepsini. Bazen bakışları bir kartalın atmacaya saldırışı gibi saldırıyor üstüme... Gözlerinde beni itham eden bir parıltı yakalar gibi oluyorum.
Bu kısacık bir an sürüyor. Hemen arkasından hem de se­bepsiz bir coşkunlukla boynuma sarılıveriyor.
RÜSTEM — Ya her şey... Ya hiçbir şey...
HURREM— Dün göğsümde ağladı.
MİHRİMAH— Ağladı ha?
HURREM— Bir çocuk gibi... Ara sıra ürpertiler geçirerek.
MİHRİMAH— Şehzade Mustafa'yı pek severdi.
HURREM— O herkesi sever, ölesiye sever. Bu sevgi beni korkutuyor.
MİHRİMAH — Acaba buna bir vicdan azabı diyebilir miyiz valide?
HURREM— Vicdan azabı mı dedin?
MİHRİMAH— Yüzlerimiz sapsarı. Neden korkuyoruz? Kim­den korkuyoruz?
RÜSTEM— Şehzade henüz yaşıyor.
MİHRİMAH — (Dalgın) Şehzade henüz yaşıyor, biz ise ev­hamlarla boğuşuyoruz.
RÜSTEM— O her zaman kuvvetliydi, (O kâbus içinde yaşı­yor gibi) onu kışkırtıyordum, niçin bilmem, mütemadiyen kışkırtı­yordum. Elindeydim, beni öldürebilirdi. Galiba beni öldürmesini istiyordum. Bunu sonralar çok düşündüm, gerçekten ölmek mi istiyordum? Niçin?
HURREM — (Bir aksi seda gibi) Niçin?
RÜSTEM— Bilmem... Bilseydim, daha başka türlü mü ya­pardım? Size ve kendime ihanet mi ederdim Allah bilir.
Bir saray oğlanı, elinde hünkârın yemek tepsisiyle gelir.
PERDE: IV
SAHNE: II
Evvelkiler, saray oğlanı.
SARAY OĞLANI — (Mûtad merasiminden sonra) Hünkârımız efendimizin sofrasına ben hizmet ederim sultanım. İki gündür ki bir lokma yemez.
HURREM — Peki. (Bir baş işaretiyle hizmetkârı savar.) Bir insan bu kadar kendi içine çekildi mi, kendi kendini kahretmeye başladı mı hemen üstüne varmalı. Yoksa o bizim üstümüze va­racak demektir. (Ani bir kararla) Ben gidiyorum.
MİHRİMAH — Nereye sultanım?
HURREM — (Cesur) Yanlarına... Zevcimiz efendimiz bizi de kapıdan geri çevirecek değiller ya.
Çıkar, ışıklar bu tarafta kararırken hünkârın arz odasında ya­nar.
PERDE: IV
SAHNE: III
Kanunî, Hurrem.
Kanuni, yalnızdır. Istırabına boğulmuş gibidir. Kapı vurulma­dan açılır. Hurrem girer. Hurrem'e görmeyen gözlerle bakar.
HURREM — (Gelir, Kanuni'nin önünde diz çöker, önce ete­ğini, sonra elini öper.) Efendimiz.
KANUNΗ (Bomboş gözlerle bakar.)
HURREM— Ben geldim efendimiz. Ben cariyeniz: Hurrem. (Kanunî susar ve bakar.) Efendimiz, cüretimizi bağışlayın efendi­miz. Günlerdir iltifatlarınızdan mahrumuz... Günlerdir merak ve endişeniz içindeyiz. Sofranız geldiği gibi kalkar. (Susar ve cevap bekler, Kanunî cevap vermez.) Hep ışığınıza bakarım, sabahlara kadar sönmez ışığınız, ıstırabınız pek büyük, ıstırabınıza yanaşa­bilmek ne haddimize... Söyleyecek her şey sığ kalır, cılız kalır... (Kanunî heykel gibi sükûnuna devam eder.)
HURREM — (Hünkârın ellerine dokunur.) Efendimiz, buz gibi elleriniz, efendimiz... Rahatsızsınız... Hekimlerinizi çağırta­lım...
KANUNΗ (Sıkkın) İstemez.
HURREM — (Onu ancak bu yönden konuşturabileceğini anlamıştır.) Ya gözleriniz... Kıpkırmızı. Bu gözler günlerce, ge­celerce kapanmamışa benzer... Niçin kederlerinizi bizimle, biz sadık kullarınızla paylaşmak istemezsiniz?
KANUNÎ — (Buz gibi) Sadakat.
HURREM — (Şevkle) Evet hünkârım, sadakat... Sadakat dediniz değil mi? Sadakat... Nihayet işte bir şey. Bir şey söyle­mek istediniz, söyleyin, söyleyin lütfedin, kerem edin, bir şey da­ha, bir kelime daha söyleyin.
KANUNΗ (İlk defa ona yarı döner.) Niçin geldiniz?
HURREM — Gelmemiz münasip düşmedi mi yoksa hünkârım?
KANUNÎ — (Bezgin) Münasip düşmek: Yaşamamız müna­sip düşüyor mu sanki? En büyük münasebetsizliğin adına hayat demişler... (Kalkar odanın içinde birkaç adım atar.) Görüyorsu­nuz ya ölmeye niyetimiz yok henüz daha on yıl, bu gövde bu ba­şı, bu baş da bu cehennem azabını taşıyabilir. Kırk yıldır devlet idare ederim. Kimlerle başladık, hey yavrum hey... Kimlerle biti­receğiz.
HURREM — (Hemen) Allah uzun ömürler versin efendi­miz.
KANUNΗ (Hurrem'in önünde durur, yüzünün çizgileri oy-namaksızın.) Bunu söylemek için mi geldiniz?
HURREM — Efendimiz,
KANUNΗ Az mı merak ederdiniz sanki, az mı burnunuzu sokmak isterdiniz bu işlere... Ah, ben sizin o küçük hilelerinizi kaç kere yakalamışımdır, kaç kere yakalamışımdır da, yüzünüze vurmamışımdır.
HURREM — Hile mi dediniz?
KANUNÎ — Neden devlet idare etmek bizim için çekilmez
bir yük haline geldiği zaman kadınlar için zevkli bir oyun oluyor? Neden bu hep böyle oluyor neden?
HURREM— Pek öfkelisiniz efendimiz.
KANUNΗ Öfke mi? Ben öfkemi bitireli çok oldu... Ama öf­kem, öfkem bitirmedi beni henüz, bitiremedi. (Bir sır verirmiş gi­bi) Bilir misin, bana Adil Süleyman derler... Adalet nedir ha?
HURREM — (Başını eğer.) Adalet doğruya karşı doğru, eğ­riye karşı eğri, olabilmek hüneridir.
KANUNΗ (Mazlum) Peki ben, ben o kadar eğri miyim ki, Allah bana bu muameleyi lâyık görür, bana hak etmediğim bir ceza verir? Ya Tanrı'nın adaleti bizimkine benzemez, ya da biz pek budalalık ederiz.
HURREM — Tanrı'nın adaleti Tanrı'yla hesaplaşacağımız gün gösterir kendini.
KANUNİ — Ama benim adaletim gecikmeyecek, benim adaletimin beklemeye tahammülü yoktur. (El çırpar.) Hey, kim var orada? (Kapıcılar kethüdası boyun kırıp bekler.) Tez bana sadrazam paşayı çağırın. (Kethüda çıkar.)
KANUNÎ — (Ürkmüş bir halde olan Hurrem'e döner.) Gör benim adaletimi kadın, gör benim adaletimi, gör de titre.
HURREM — (Bir panik içinde Kanunî'nin ayaklarına kapa-nır.) Affedin efendimiz... Affedin...
KANUNΗ (Emreder gibi) Kalk ayağa, korkma... Henüz se­nin hakkında hükmümüzü vermedik.
Hurrem, titreyerek kalkar.
KANUNÎ — (Ta onun içine kadar işleyen bir bakışla) 30 yıl­dır koynumuza girer çıkarsınız. Hey Allahım, ne kadar az, ne ka­dar az tanıyorum seni... Nesin, neyin nesisin, nerden çıkıp gel­din, dost musun, düşman mı?
HURREM — (Kekeleyerek) Ben efendimiz, ben sizin lütuf ve inayetinizle çocuklarınızın anası...
KANUNΗ (Bezgin) Çocuklarım mı? Çocuklarım ha? Şaşır­dım... Hangisi benim, hangisi benim içimde bana düşman yaşa­yan o azgın canavarın? (Rüstem kapıya vurur.) Gel. (Rüstem girer.)
PERDE: IV
SAHNE: IV
Kanunî, Hurrem, Rüstem.
KANUNΗ (Rüstem girerken) İşte geldi. Bu adam yok mu kadınım? Bu adam bana çok büyük bir hizmet etti. Devletim aleyhindeki suikasti meydana çıkardı, fesadı yakaladı, bu adam olmasaydı biz arkadan hançerlenecektik. Suçluyu elleri kolları bağlı teslim etti bize. Bu adam yok mu, kadınım, bu adam sağ eliyle bize siper olurken, sol eliyle yüreğimizi söküp aldı. (Rüs­tem, Hurrem irkilirler.) Ama devlet adına, devletim adına, adale­tim adına mükemmel bir iş gördü doğrusu... Eşi menendi bulun­maz bir iş... O kadar sağlam, o kadar inandırıcı delillerle döndü ki aleyhimize, bir Süleyman olarak susamazdık, uzakta da dura­mazdık. Yapabileceğimiz bir tek hareket kalmıştı, kendi ipimizi kendimiz geçirdik boynumuza, ona verdik, o da tutup çekti.
RÜSTEM— Efendimiz, size arz eylemiştim efendimiz. Bu bi­ze göre pek ağır bir iş diye. Bizi böyle bir ateşte denemeyin diye.
KANUNÎ — (Gerçek mi, söylediği belli değil.) Yoo, yoo, yanlış anlamayın. Tan eylemek istemeyiz size. Gayretinizi, hiz­metinizi överiz. Öyle ya buna hizmet demezler mi? (Nefretle) Nasıl ki şimdi bizim yapacağımıza da adalet derler... (Hiddetle bağırarak) Öyle demezler mi ha? (Hurrem'le Rüstem titreşerek bakışırlar.. (Zavallı) Ama ben biliyorum, asıl suçlu kim biliyorum. (Rüstem'le Hurrem'in bakışmaları) Asıl suçlu ben. Asıl suçlu biz. Tam sırasında ölmeyi bilemedik. Bilemedik de işleri böyle karış­tırdık. Tam zamanında çekilip gitmeyi bilemedik. Tanrı beni affet­sin. Tarih beni affetsin (Bir an sükût, kimse bu sessizliği bozma­ya cesaret edemez.)
KANUNΗ (Doğrulur.) Ama ben bunun için çağırmadım si­zi. Buyurmak için çağırdım. (Rüstem'in önüne dikilir.) Paşa... Vazifenizi tamamlayınız. Bu davanın hakimliğini siz yaptınız. Cellâtlığını da siz yapınız. (Tekrar buz gibi bir sessizlik, Kanunî arkasını döner.) Sonra da sadaret mührünü ikinci Vezir Ahmet Paşa'ya teslim edersiniz. Biraz da başkalarının sadakatini dene­yelim, bakalım. Haydi şimdi gidin.
RÜSTEM — (Hünkârın elini öpmek için eğilir.) Hünkârım.
KANUNΗ (Elini çeker.) Gidin dedim ya.
Hurrem, Rüstem'e hünkârın göremeyeceği bir işaret yapar, Rüstem çıkar.
PERDE: IV
SAHNE: V
Kanunî, Hurrem sonra Kanunî yalnız.
HURREM — (Rüstem'in arkasından) Rüstem kulunuzun sa-dakatına karşı bu bir zulüm olmadı mı?
KANUNΗ (Hurrem'e döner, hayretle bakar.) Öyle mi? De­mek sizce bu yaptığımız bir zulüm ha? Ya onun o korkunç sada­kati? Hiç mi zulüm gibi görünmez size? Gerçi Mustafa ihanetinin cezasını hak eyledi. Ama bilir misin kadın, bir hain de olsa Mus­tafa Mustafa'dır. Ve dünyaya bir ikinci Mustafa daha gelemez. Çünkü Mustafaların çağı kapandı. (Gözlerini yumar.) Onu nasıl severdim.
HURREM— Efendimiz... (Bir hareket yapar.)
KANUNΗ Biz bir karar verdik miydi, münakaşasını kendi­mizle yapmaktan hoşlanırız. Rahat bırak beni. (Hurrem selâmlar ve çıkar. Kanuni, yalnız. Gidip pencereyi açar, fırtına odaya do­lar. Perdeleri savurur.)
KANUNΗ Tanrım, senin adaletin mi? Benimki mi? Bir işa­ret, bir tek işaret bekliyorum senden. Ne olursun, iş işten geçmiş değil henüz. Tanrım, ben dünyanın bu yarısına hükmeden Sul­tan Süleyman kulun, ben önünde dize geliyorum, yalvarıyorum. Bir işaret bana, bir tek işaret... (Uzakta bir şimşek parlar, sonra gök gürler, bir yıldırım tarakası.) İşte işaretin... Yıldırım... Ve şim­şek... (Ayağa kalkar.) Pekâlâ. Biz de yıldırım olacağız, şimşek olacağız (Birden salona açılan kapıdan ikinci Vezir Ahmet Paşa girer. Büyük bir heyecanla hünkârın ayaklarına kapanır.)
PERDE: IV
SAHNE: VI
Hünkârın has odasında Kanunî ve Ahmet Paşa. Salonun lo­kal ışıklarla aydınlatılan beri kısmında ise Mustafa kendini sımsı­kı yakalamış muhafızların arasındadır.
AHMET PAŞA — Efendimiz, merhamet efendimiz...
KANUNΗ Ne var? Ne oluyor? Siz çıldırdınız mı paşa?
AHMET PAŞA — Oğlunuz hünkârım, oğlunuz, şehzade­niz...
KANUNΗ (Sert) Şehzadem mi? Sana ne şehzademden?
AHMET PAŞA — Hakkında bu kadar acele hüküm verdiği­niz oğlunuz.
KANUNΗ Acele, ama yalnış değil.
AHMET PAŞA — Ona son bir lütufta bulunmak istemez mi­siniz? Onu son bir defa dinlemek istemez misiniz?
KANUNΗ Dinleyemem.
AHMET PAŞA — Efendimiz, sizin oğlunuz bu.
KANUNÎ — (O sert tavırda ilk defa bir yumuşama görülür. Bir ıstırap çizgisi belirir yüzünde.) İşte onun için dinleyemem pa­şa. Sen de babasın, anla beni. Bu başkalarının suçuyla karşı karşıya gelmeye benzemez.
AHMET PAŞA. — Af, büyüklüğün şanındandır.
KANUNΗ (Vakur) Biz ya o kadar büyük değiliz ya da da­ha büyüğüz. (Ahmet Paşa'yı tutup kaldırır.) Kalk paşa, devletime kasteden siz olsaydınız, yapacağım yine bu değil miydi? Biz ele ne münasip görürsek kendimize de onu münasip görenlerde­niz... Adaletimizin sırrı budur.
AHMET PAŞA — (Kahrolarak) Ya suçsuzsa oğlunuz, bigü-nahsa?
KANUNÎ — (Cebinden buruş buruş olmuş bir mektup çıkarır
okur.) Bak paşa... Bu mektup oğlumun. Oğlum kendini nasıl it­ham eder oku. (Mektubu Ahmet Paşa'ya verir, o mektuba sessiz sessiz göz gezdirirken, Kanunî mektubu ezbere okur.) Baba hak­kı için, Tanrı hakkı için bu kıyamı biz hazırlamadık. Kıyam bizim rı­zamız alınmadan meydana geldi. Sonra bir anafor gibi bizi çekip içine aldı. Biz kendimizin değil, bu adamların ricacısıyız baba. On­ların suçu bizi sevmek, bizim suçumuz ise, onları haklı ve büyük gazabınız önünde terk edememek... Nasıl terk edebilirdik. Siz ki beni halkı için yaşayan bir hükümdar gibi yetiştirmek isterdiniz. Onları kaderlerine bırakıp merhametinize sığınmam hoşunuza gi­der miydi? Hayır baba, biz kendi adımıza değil, onların adına geli­riz. Onlara hazırladığınız cezayı ilk bizde deneyesiniz diye.
AHMET PAŞA — (Mırıldanır gibi) Zavallı şehzade: Kendini onlara siper etmek istemiş... Sanmış ki elleriniz titrer.
KANUNÎ — Ellerimin titremeyeceğini bilmeliydi.
AHMET PAŞA — Bir kahraman gibi davranmış.
KANUNÎ — Bir kahraman gibi, doğru ama, bir evlat gibi de­ğil. Bizde ona bir asi kahramana yapılacak muameleyi reva gö­rürüz.
AHMET PAŞA — Efendimiz ona son bir fırsat.
KANUNΗ (Sabırsız) Sonra sizin hakkınızda da başka türlü düşünürüz paşa.
Ahmet Paşa, soldan açılan kapıya doğru yürür, arkasında Mustafa'nın ümitle beklediği kapıya... Fakat oradan çıkamaz. Geri döner, dipteki küçük kapıdan kaçar. Beride Mustafa içeride­ki en küçük hareketi değerlendirmeye çalışır gibidir. Korkunç bir an, terkedildiğini anlar.
MUSTAFA — (Yumuşak bir sesle) Baba... Benim baba... oğlun, Mustafan. Ölüme gönderiyorsun beni. Bir defa dahi dinle­meden.
Kanuni, bu sesle âdeta ürperir, odanın içinde dolaşmaya başlar.
MUSTAFA — Ölümden korkum yok bilirsin, ama ölümüm sana yük olsun istemem. Ölümüm sana ağır gelsin istemem... Suçsuzum baba, suçsuzum. (Tekrar susar, içerden cevap bek­ler.)
Kanuni, ihtilâçlar içindedir, eliyle kulaklarını tıkar.
MUSTAFA — Bir gün anlayacak ve inanacaksın baba, o günü düşün. Onu ben öldürdüm. Hiçbir suçu yokken, ona ben kıydım. Kendini müdafaa hakkı dahi vermedim diye başını taştan taşa çalacağın günü düşün. Her şeyi bilen Tanrı'nın huzuruna çı­kacağımız günü düşün.
RÜSTEM — (Sinirli bir tavırla girer, muhafızlara çıkışır.) Ne bekletirsiniz hâlâ? Götürün! (Muhafızlar Mustafa'yı sürüklerler.)
MUSTAFA — (Çıkarken, Rüstem'in önünde durur, bir an.) Gidiyorum, gönlünü ferah tut. Yarın sen de geleceksin... İsteme-sen de geleceksin... Ve Tanrı'nın huzurunda seninle karşı karşı­ya kalacağız. (Çıkar.)
Lokal ışıklar bu tarafta söner. Salon karanlığa gömülür. Arz odasından Kanunî, onların çekilip gittiğini anlar. Bir an daha ora­da durur, sessizliği dinler, pencereden bakar, âdeta kendini avu­tacak bir şeyler aranır gibidir. Bu arada sahne yavaş yavaş ka­rarmaktadır. Nihayet Kanunî'yi takip eden lokal bir ışık kalır. Ka­nunî köşedeki tahtını görür, ona doğru yürürken.
KANUNΗ Hem insan olmak, hem âdil olmak... hıh... Biz kendimizi ne sanırız böyle? (Tahta çıkıp oturur garip garip etrafa bakınır.) Benim burada, bu kadar yüksekte işim ne? Tanrım ne korkunç şey bu... Onlarla her türlü bağımı kopardım... Ve hâlâ sana erebilmiş değilim... Seninle onlar arasında... Yapayalnız... (Kaftanına bürünür, ürperen bir sesle.) Soğuk... Çok soğuk.
BEŞİNCİ PERDE
SAHNE: l
Sahne: Kanunî'nin sarayında salon. Üç gün sonra bir sa­bah. Sabah ışıkları vitraylı pencerelerden içeriye süzülmekte. Dı­şardan galeyan halindeki halkın anlamsız bir uğultu halinde ses­leri gelmekte. Salonda Hurrem, Rüstem ve Mihrimah vardır. Bir­birlerinden aralıklı durmuşlardır. Huzursuzluk ve korku yüzlerinin ifadesinde aşikârdır.
MİHRİMAH — (Dışardaki gürültülere karşı kulaklarını tıka­mıştır.) Üç gündür aç kurtlar gibi uluyorlar.
HURREM — (Korkusunu gizlemeye çalışarak) Halk ne is­tediğini bilmez.
RÜSTEM — (Acı bir gülüşle) Bu halk, bu defa ne istediğini biliyor sultanım. Şehzade Mustafa'nın kanının bedelini isterler, yani kellemi. (Pencereyi aralar.) Dinleyin.
DIŞARDAN SESLER — Mustafa Han, Mustafa Han... (Bu sesler daha çok bir ağıt edasıyla aksedecektir.)
MİHRİMAH — (Sinirli) Üç gün üç gecedir uyku tutmaz göz­lerimiz. Ne bizim ne de onların. Bu adamlar geceleri olsun uyu­mazlar mı? (Rüstem sokulur.)
RÜSTEM— İntikam uyumaz. (Bir an durur sonra ileri doğru bir çıkış yapar.)
HURREM — (Durgun) Ve hünkâr hâlâ onları hiç görmez hiç duymaz gibi davranır.
MİHRİMAH— Bir sessiz isyan bu... Silâhsız bir ayaklanış... Hâlâ kimse karşı durmak istemez.
RÜSTEM — Kim karşı duracak? Hünkâr bizimkinden ayrı bir dünya içinde yaşar sanki. Onun dünyasında ne bize yer var, ne de şu çılgın insanlara... Onun dünyasında bir büyük sessizlik, bir ölüm sessizliği... Kimin haddine onu inzivasından çekip çıkar­mak? Kimin haddine onun uyumakta olan gazabını yeniden uyandırmak?
MİHRİMAH— Bunu ancak Cihangir yapabilir?
HURREM — (Bir yerine bir bıçak batırılmış gibi) Cihangir... Zavallı yavrum. Gün günden eriyor.Gün günden soluyor korkum boşuna değilmiş... İlk defa yaptığımız işin doğruluğundan şüphe ediyorum. Bana öyle geliyor ki günleri sayılı. (Mihrimah hıçkırır.) Hekimler istirahat etmesini isterler... Oysa ben oğlumun kafası­nın içini bilirim. Nasıl bir cehennem aleti gibi çalışır. (Birdenbire kraliçe haşmetiyle doğrulur.) Kaderin hükmü bu. Şehitsiz zafer kazanılmıyor.
MİHRİMAH — (Birden babasının arz odasına doğru yürür.) Ben gidiyorum.
HURREM — (Kızını önleyerek) Nereye?
MİHRİMAH— Babamla görüşmek isterim. Babam beni din­lemeli. Bu sesler, (Sinirli) bu sesler deli ediyor.
HURREM — (Batıcı) Bulabilirsen.
RÜSTEM — (Durgun) Hünkâr kaçıyor; bizden kaçıyor, tah­tından, tacından kaçıyor, kendinden kaçıyor, hatıralarından kaçı­yor.
HURREM — (Ağır ağır pencerelerin bulunduğu köşeye gi­der.) Bu sabah şafakta onu gördüm. (Pencerelerden dışarıya seyre koyulur.) Al bir ata binmişti, bir atılışta o kudurmuş kalaba­lığın içine daldı, birden bir dalgalanma oldu, sanki aralarından geçen o değilde, onun hayaletiymiş gibi önünden çekilen çekile­ne. Bir tek el uzanıp da dizginine yapışmadı. Bir kimse çıkıp da yolunu kesmedi.
RÜSTEM— Onu her sabah bir başka kapıdan bir başka ta­rafa at sürerken görenler söyler sultanım. Güya bu al atlı hünkârımız değilmiş de, onun mustarip ruhuymuş. Ve böyle her sabah şafakla birlikte, sarayın fitne ve fesadından kaçıp kurtul­mak dilermiş.
HURREM — (Nefretle) Halkın muhayyelesi...
RÜSTEM — Halkın muhayyelesi hep böyle zamanlarda iş­lemeye başlar. Ya bir devir kapanırken ya bir devir açılırken.
Birden bir silâh sesi işitilir, sonra bir kaç el daha atılır, ses­ler daha vahşi bir haykırış halini alır.
MİHRİMAH — (Pencereye doğru koşar.) Sarayın arkabüzü-cüleri... Yoksa bu çılgınlar saraya hücuma mı cüret ederler.
HURREM — (Pencereden dışarıyı araştırarak) Kim var bu adamların başında? Kim azdırır bunları.
RÜSTEM— Şair Yahya derler bir bednam... İşittik Musta­fa'nın yakınlarındanmiş; şehzade için yazdığı mersiyenin mısra­ları âdeta tekbir gibi dudaklarında gezinir şerirlerin. (Tekrar silâh sesleri. Bir iç oğlanı telâşla girer.)
İÇ OĞLANI— Sultanım hücum başladı! Bugün ilk defadır ki saldırırlar. Ya istediğimiz verile, yahut taş taş üstünde koymayız derler...
HURREM — İstedikleri?
İÇ OĞLAN — (Rüstem'e bakıp susar.)
RÜSTEM — (Sayıklar gibi) Başım.
MİHRİMAH — (Hıçkırır.)
HURREM — (Sert) Peki sadrazam paşa daha ne bekler? Bu adamların saraya girmelerini mi? Tez bana sadrazam paşayı bul.
İç oğlanı çıkar.
RÜSTEM — (Gözlerinde kinci bir parıltı ile) Ben Ahmet Pa-şa'nın desisesinden korkarım sultanım. Yaşça da, başça da bizden üstün iken mührü hümayun bana verilmişti. Ta o zamandan beri diş biler bana; bana öyle gelir ki kasten öyle ağırdan alır, kasten öy­le ağırdan alır ki şu şerirler taleplerinde daha cüretkâr olalar.
HURREM — (Dişleri arasından) Mademki iş bu raddeye geldi, mademki iş kellelerimizi istemeye kadar vardı, bize de kel­lelerimizi kurtarmak düşer.
Sadrazam Ahmet Paşa girer.
PERDE: V
SAHNE: II
Evvelkiler, Ahmet Paşa.
HURREM — (Hiddetle Ahmet Paşa'ya doğru yürür.) Paşa bu ne demek olur? Gayretiniz bu mudur?
AHMET PAŞA — Ben de emir beklerim sultanım, illâ hünkârın izni olmadıkça kati bir darbe indiremem. Yalnız size şu teminatı verebilirim sultanım. Benim cesedimi çiğnemedikçe si­zin kılınıza zarar veremeyeceklerdir.
RÜSTEM — (Alayla) Benim için de aynı teminatı verebilir misiniz?
AHMET PAŞA — Elbette. Ne sandınız? Hünkâr avdet eyle-yinceye kadar onları orada tutabilirim. Hiçbir endişeniz olmasın.
RÜSTEM — (Sinirli) İstenen benim kellem paşa, sizin ki değil.
AHMET PAŞA — (Acı bir eğlenişle) Sizin hayatınız bizim için de kıymetlidir paşa, sizin bizim hayatımıza vereceğiniz de­ğerden çok daha fazlasını veririz biz sizinkine.
HURREM — (Huzursuz) Bütün bunlar bir şey ifade etmez paşa, bu adamları dağıtacak mısınız? Bu adamlar rahatımızı hu­zurumuzu kaçırdı artık.
AHMET PAŞA — (Dehşetle) Maazallah, bu büyük bir kırım olur sultanım. Hünkâr buyurmadıkça böyle bir mesuliyeti göze alamam.
HURREM — Öyleyse ben alırım. (Rüstem'e döner.) Rüs-tem Paşa, ırzımız, hayatımız tehlikede. Derhal tedbir alasınız, bu adamlara hadlerini bildiresiniz.
RÜSTEM — (Eğilir.) Başüstüne sultanım. Yarına kalmaz, düşmanın başını ezmiş oluruz inşallah... (Çıkar.)
AHMET PAŞA — Öyleyse bize de çekilmek düşer sulta­nım.
HURREM —Çekilebilirsiniz. Hangi şartlar altında bu kararı verdik bilirsiniz. Lazım oldukça şahadetinize güvenebiliriz değil mi?
AHMET PAŞA — Beli sultanım. (Eğilir ve çıkar.)
PERDE: V
SAHNE: III
Hurrem, Mihrimah.
MİHRİMAH — (Biraz rahatlamış gibidir.) İşte nihayet size yaraşanı yaptınız. Artık rahat edebilirim.
HURREM — Evet rahat edebilirsiniz kızım. Odanıza çıkıp uyuyabilirsiniz de, bu gece sizin uykularınızı ben bekleyeceğim.
MİHRİMAH — (Diz çöker.) Sultanım.
HURREM — (İçindeki bir yarayı açığa vurmak istemiyormuş gibi) Yarın sen de anlayacaksın kızım. Yetiştirdiklerin birer birer uçmaya başladığı zaman, birer birer seni terk edip uzaklaştıkları zaman anlayacaksın ki: Biz analar, kendi hayatımızı yaşamayız. Bizim hayatımız ilk doğum sancısıyla sona ermiştir. Her yeni do­ğumla bir kere daha ölür, bir kere daha doğarız. Haydi artık sen de git. Yalnızken kendimi kuvvetli hissediyorum.
Mihrimah çıkar.
PERDE: V
SAHNE: IV
Hurrem yalnız, sonra Rüstem.
HURREM — (Pencereye yaklaşır dışarıya bakar.) Başı boş kuvvet. (Kendi kendini inandırmaya çalışır gibi) Ya maazallah,
başlarında bir de Şehzade Musatafa bulunsaydı! Yok... Yok... Doğru yapmışız... Doğru yapmışız. (O böyle konuşurken Rüs-tem girmiştir, cenk kılığıyladır.,)
RÜSTEM — (Hurrem görmeden, arkadan ona yaklaşır.) Doğru yapmışız sultanım. Bundan böyle yapacaklarımız daha haklı, daha doğru olacak. Ben hazırım. Müdafaayı yeniden göz­den geçireceğim, bir kısım kuvvetlerle bir huruç hareketi yapıp, dışarda atıl bırakılmış esas kuvvetlerimizle birleşeceğim. Sonra tekrar dönüp onları saracağım. Bu başı boş kuvvet nasıl bir yum­rukta dağılır göreceksiniz.
HURREM— Yahya'yı sağ isterim.
RÜSTEM — (Eğilir.) Beli sultanım. (Birden merdivenlerden Bayezid'in koşarak çıktığı görülür Mustafa'nın katli haberini duy­muş geceli gündüzlü bir yürüyüşle İstanbul'a gelmiş, dışardaki asilerle çatışmış, nefes nefesedir.)
PERDE: V
SAHNE: V
Öncekiler, Bayezit.
BAYEZİT— (Bir fırtına gibi girer, kılıcından hâlâ kan damla­maktadır. Gözleri yuvalarından fırlamıştır.) Hani nerede? Hünkâr babamız nerede? Karındaşımız Mustafa nerede? Size sorarım. Nerede? (Hurrem, Rüstem'in önünde durur.) İşittik Mustafa kat­ledilmiş. Doğru mu?
HURREM — (Telaşlı.) Yaralısınız oğlum, yaralısınız aslanım.
BAYEZİT— Hayır, bunlar benim kanım değil, benim kanım içimde akar. Bunlar bana engel olmak isteyen köpeklerin kanı.
HURREM — Ne?.. Buna cesaret ettiler ha? Aslanıma sal­dırmaya cesaret ettiler ha?
BAYEZİT— Ne onların gözü beni görürdü o telaşede, ne de benim gözüm onları... Doğru Bursa'dan gelirim valide. Geceli gündüzlü at süreriz. Her şey bitmiş olmasa bari.
HURREM— Hünkâr dönüşünüze pek sevinecek.
BAYEZİT — (Parlayarak) Bana Mustafamdan, Mustafam-dan haber verin, işittiklerimin yalan olduğunu söyleyin. (Yalvarır gibi) Yalan değil mi valide? Yalan, Mustafa gibi bir evlat katledilir mi? Mustafa gibi bir yiğide kıyılır mı? (Hurrem'le Rüstem başları­nı eğer ve susarlar. Bayezit dehşetle) Demek gerçek? (Âdeta çarpılmış gibidir.) Bir ümide doğru koştuğumuzu zannederdik. Yolumuzun sonunda Mustafa'yı bulacağımızı zannederdik, önce şu çılgınlar sürüsüne çarptık başımızı...Sonra da sizin şu taş gibi sükûtunuza! Demek gerçek ha? Gerçek. (Pencerenin önüne ge­lir dışarıya bakar.) Şimdi anlıyorum bu adamları. (Bir tiksinti ifa­desiyle) Ya ben ne yaptım? Atımı sürdüm üstlerine, kılıcımı onla­rın Mustafa için çarpan kalplerinin kanıyla kirlettim. Lanet olsun. (Kılıcını kırıp atar.)
HURREM — Öyle söyleme yavrum, öyle söyleme aslanım. Bu sözlerinle validenin kalbini kırarsın.
BAYEZİT — (Döner, onu yeni farkediyormuş gibi.) Ya nasıl söylememi isterdiniz valide? İyi ettiniz mi diyecektim? Eliniz va­rolsun mu diyecektim? (Teessürünün en üst hududunda) Ah bil­meliydim, bilmeliydim... (Kafasını yumruklar.) O gün, o gün an­lamalıydım, o zaman anlamalıydım.
HURREM — (Onu teskine çalışır gibi) Bayezit'ım, oğlum.
BAYEZİT— (Taşkın) Bunu sen yaptın. (İkisine birden) Bu­nu siz yaptınız, siz ikiniz. Niçin yaptınız ha? Nasıl yaptınız? Sen valide, sen böyle bir evlat doğurabilir miydin ki?
HURREM — (Endişeli) Sus oğlum, duyanlar gerçek sanır sonra.
BAYEZİT— (Bağırarak) Yalan mı ya? Sandınız ki onun ölü­müyle her şey düzelir, hepimiz biraz daha aydınlığa kavuşuruz. (Annesinin bileklerinden yakalayıp pencerenin önüne getirir.) Bak valide, şu inen akşamı görüyor musun? Şu karanlığı? Ka­ranlığı bekleyen şu korkunç adamları? Âl-i-Osman'ın kaderi böy­le olmamalıydı. Bizim kaderimiz böyle olmamalıydı, babamızın kaderi böyle olmamalıydı.
HURREM — (Kendini toparlamaya çalışarak) Istırabınıza hürmet ederiz oğlum, Mustafa değerli bir çocuktu.
BAYEZİT— (Kahredici bir ıstırap içinde) O bizim ışığımızdı, sen söndürdün. O bizim ümidimizdi sen mahvettin, (Ruhunun bü­tün isyanını haykırarak) Şimdi ne olacak bilir misin ha? Şimdi ne olacak? Öz evlatların birbirine düşecek. Birbirimizi yiyeceğiz. Dü­ne kadar kendimi emniyette hissediyordum. Mustafa'nın ismi dahi hayatımızın teminatıydı. Şimdi kime güveneceğim ha? Kime?
HURREM — (Oğlunu kucaklamak ister.) Oğlum.
BAYEZİT — (Şiddetle iter onu.) Sana mı? Haydi oradan. Kan kokuyorsun. Babamıza mı güveneceğim? O Mustafa gibi yi­ğit, Mustafa gibi eşi bulunmaz bir evlada kıydı, gözleri beni mi görecek? Yoksa Selim'e, o sarı yılana mı güveneyim istersin? Şimdi ne olacak bilir misin valide? İlk fırsatta ya Selim beni gırt-laklayacak, ya da ben onu. (Hurrem hıçkırır. Bu hıçkıran kadına acımıştır.) Ne yaptın kadın, ne yaptın?
R ÜSTEM — (Vaziyete müdahale etmek ihtiyacını hisset­miştir.) Çok heyecanlısınız şehzadem. Görüp, işittikleriniz büyük bir darbe oldu sizin için. Biraz istirahat buyursanız. (İnandırmaya çalışır gibi) Mustafa, hünkârımız efendimize karşı geldi.
BAYEZİT— (Vahşi bir hiddetle döner.) Yalan söylersin bre nabekâr, yalan! Dünya bir araya gelse, bir araya gelseydi de, vaat edilseydi, vaat edileydi ona, yine de babasının sakalının tek teline değişmezdi. Zincirlerin zaptedemeyeceği bir aslanken ba­basının bir sözüne bent oldu. Buraya geldi, bir kuzu gibi, kendi ayağıyla, kurban olmaya... Çocuk değildi... Budala da değildi... Nereye gittiğini biliyordu... Niçin gittiğini biliyordu. Böyle olduğu halde irkilmedi bile... Ölümden korkmazdı. Alçaklıktan yılardı; al­çaklar elinde kaldı yazık.
RÜSTEM— (Hurrem'e) Şehzade bizi kasteder sultanım.
BAYEZİT— (Ona doğru atılır.) Yaaa... yaa... yaa... sizi kas­tederim devletlû, size söylerim. Her kim ki alınır ona söylerim.
HURREM — (Rüstem'le Bayezit arasına girerek.) Size da­ha ehemmiyetli bir vazife verilmiştir paşa unutmayın.
Rüstem, baş eğer çıkar.
SAHNE VI
Hurrem, Bayezit.
BAYEZİT— (Arkasından acı bir eğlenişle) Hoşuna gitmedi. (Annesine döner.) Sizin de hoşunuza gitmez, farkındayım. Biraz daha gözünüzü açsanız hoşunuza gitmeyecek daha neler göre­ceksiniz. (Aynı acı eğlenişle) Ya işte valide, gayretlerinizle koca taht bize kaldı, bize... Selim'le bana... Şu oğullarına bak, hangi­miz Osmanlı tahtına onun kadar lâyığız? Osmanlı nesli bundan
böyle bizim kanımızla sürecek ha? Bizim... Hangimizin kanı da­ha temiz dersin valide? Benim sıtmalı kanım mı? İki yüzlü hilekâr Selim'in şehvetli kanı mı, Cihangirin hasta, mariz kanı mı?
HURREM —(Şu anda samimi bir teessür içindedir.) Yeter... Yeter...
BAYEZİT — Vay geldi senin soyuna baba, vay geldi devle­tinin başına baba. Bir ölüm bu, bir tek ölüm, ama ne ölüm. Her nesilde bir defa daha lanetle anılacak bir cinayet bu baba.
HURREM — (İnler gibi) Yeter... Yeter...
BAYEZİT — Tarih senin için şöyle diyecek baba: Büyük adamdı o, ama bahtsız adamdı. Ülkesini Viyana kapılarına Ural dağlarına, Vistül kıyılarına kadar genişletti. Ama arkasında bir tek hayrulhalef bırakmadı. Devletini çok severdi, oğlunu feda edecek kadar çok. Devlete en büyük kötülüğü de bu oldu. Keş­ke devletini daha az sevseydi, keşke oğlunu daha çok sevseydi. Âl-i-Osman'ı en fazla o yüceltti, ama sonunda yüz üstü o bıraktı, o öksüz kodu. Tanrı ona bir oğul vermişti, ama ne oğul. O bu oğ­lunun kıymetini bilmedi. Tanrı'nın bu en güzel eserine kıydı.
HURREM — (Kahrolarak) Yeter... Yeter... Yeter...
BAYEZİT— (Aynı haykırışla ve ellerini ileri doğru uzatarak) Şu ele bak valide şu ele... Oğlunun elleri bu... Bu el onun eli ka­dar temiz mi? Bu el onun eli kadar kuvveli mi? Bu el onun eli ka­dar hünerli mi? Bu el devlet atının dizginini onun kadar sıkı tuta­bilir mi? Siz bir insana değil valide, bir devlete kıydınız.
HURREM — (Tam bir teslimiyet içindedir, inleyerek.) Na­sıl? Nasıl söyleyebiliyorsun bunları oğul? Ben sizin için yaptım, ne yaptımsa sizin için yaptım. (Hıçkırır.)
BAYEZİT — (Müthiş bir feveranla) Tamam işte... Tamam ya ben de bunu, bu itirafını bekliyordum... (Birden Kanunî'nin arz odasına doğru koşar babasının kapısını yumruklamaya başlar.) İhanet baba, ihanet! İhanet! İhanet! İhanet!
HURREM — (Uzaktan aynı teslimiyetle) Sizin için korkar­dım ama, artık korkmuyorum. Kendim için korkardım, ama artık korkmuyorum.
CİHANGİR — (Merdivenlerin başında Şehzade Cihangir görünür, erimiş, süzülmüş, bitmiştir. Adeta bir hayal gibidir. Bir hayal gibi sürünerek gelir, annesinin önünden, sanki onu hiç görmüyormuş gibi geçer, eğilir. Bayezit bu temasla irkilir, döner, Cihangir'i görünce birden boşanıverir, onun boynuna sarılır. Katı­la katıla ağlar.)
BAYEZİT— Cihangir kardeşim benim, doğru değil mi? İki­mizin de elinden o tutardı... Ve artık değil mi? Ve artık elimizden tutacak kimsemiz yok.
CİHANGİR — (Eli dudaklarında sus der gibi, mecalsiz bir sesle) Çok kan aktı ağabey, pek çok kan... Babam bir ikinci iha­net haberine dayanamaz... Babamızı seversin değil mi? Bilirim sen de onu benim kadar seversin. Babamız bir ikinci darbeye da­ha dayanamaz ağabey. Ona bu ikinci darbeyi biz indirmeyelim.
BAYEZİT — (Kardeşinin erimiş bitmiş olduğunu o zaman farkeder.) Sen de, sen de bitmişsin, mahvolmuşsun. Ateşler içinde yanıyorsun.
CİHANGİR — (Yüzünde bir memnunluk ifadesiyle) Ben, öleceğim ben ağabey. Allah'a şükür öleceğim ben... Bu facianın devamını görmeyeceğim. Bu facia burada, bu kadarla bitmeye­cek... Haklısın ağabey, kendini koru.
BAYEZİT— (Onu göğsünde sıkarak ağlar.) Kardeşim...
CİHANGİR — Gel benimle... Ve yarın babama görünmeden dön. (Bayezit'i elinden tutar, öteki eli yine dudaklarında sus; der gibi... Yürür, ikisi de annelerinin önünden onu görmüyormuşça-sına geçerler ve merdivenlerin ilk basamağında iken sahne ka­rarır.)
PERDE: V
SAHNE: VII
Sahne hünkârın arz odasıdır. Önce boştur sahne. Sonra dipteki kapıdan meşale tutan iki iç oğlanı, sonra önde Kanunî ar­kada Hurrem'le Rüstem girerler.
Kanunî, Hurrem, Rüstem ve İç oğlanları.
RÜSTEM — (Anlatmaktadır.) Saraya da saldırdılar hünkârım, boynumuz kıldan incedir. Ama biz doğru hareket etti­ğimizi sanırız. Ölmek ya da öldürmek vakti gelmişti.
KANUNΗ (Soğuk) Emri kimden aldınız?
HURREM — (İleri doğru çıkarak) Benden. Irzımız, hayatı­mız tehlikedeydi. Sadrazam paşa acz gösterdi... Ve hünkârımız şerefli vazifeleri başında değillerdi.
KANUNΗ (Hurrem'e doğru yarı döner.) Hım... Yoksa bize tan eylemek mi istersin kadın? Onları orada görmek hoşuma gi­derdi. Bir ölüye bağlanabiliyorlar... Ve öfkemden korkmuyorlar benim... Düşünün bir defa, bir ölüye... Ya bu ölü, çok büyük bir ölüydü ya da bu insanlar pek kadirşinas...
HURREM— Evet hünkârım, çok kadirşinas... Kadirşinaslık­ları saraya saldıracak kadar, size ait olanları koparıp almaya yel-
tenecek kadar, haklarımızı çiğnemeye cüret edecek kadar artın­ca, ben de sizin adınıza gerekli emri verdim.
KANUNÎ — (Bir müddet bir şey söylemeksizin ona bakar, onda ilk defa bu yırtıcı kaplan tavrını sezmektedir ve bu ona bel­ki de bir çeşit ürküntü vermiştir.) Her neyse, iyi mi ettiniz, kötü mü? Bunu zamanın hükmüne bırakalım.. Mademki başka çare­miz kalmamıştır. (Rüstem'e döner.) Siz bana daha neler söyle­yeceksiniz.
RÜSTEM — Elebaşlarını yakaladık hünkârım, başlarında Yahya isimli bir bednam kulunuz bulunur.
KANUNΗ Hangi Yahya?... Şehzadenin yakınları arasında bir Şair Yahya vardır... Ama biz onu ince bir şair biliriz, nasıl olur da...
RÜSTEM— Garaz... Kin... Ve haset...
KANUNÎ — (Acı bir sesle) Neden muhabbet, dostluk, sada­kat demeye ağzınız varmaz paşa? Onu içeriye alın, onu biz sorgu­ya çekmek isteriz. Bakalım hareketimiz dışardan nasıl görünür?
RÜSTEM — (Ürkmüş) Efendimiz.
KANUNÎ — (Salona açılan kayıpı gösterir.) Biz kendimizi göstermeyiz, orada durur ve dinleriz.
Rüstem, meşaleleri taşıyan iç oğlanlara bir işaret yapar, on­lar çıkarlar.
KANUNÎ — Ya ben yanılmışım, ya da bunca insan. (Hur­rem'le Rüstem korkuyla birbirlerine bakınırlar. Şu anda samimi bir dertleşme ihtiyacı içindedir Kanunî.. Onlar sanırlar ki ben is­tediğimi yaparım, istemediğimi yapmam. İşte hakkımda aldan-dıkları da bu. Benim adaletim... Ne sanırlar? Bana bu kadar pa-
halıya mal olan bu tahtı pek sevdiğimi mi? Bir bilseler... Onun üstünde nasıl yapayalnız hissederim kendimi, nasıl hafakanlar geçiririm, bir bilseler... Bir ömür boyu orada oturmak, benden is­teneni vermek, hatta o şey Mustafa gibi bir evlat olsa bile ver­mek benim vazifem... Onlar sanırlar ki benim oğlumla davam var. Öyle olsaydı artık son menziline varmış olan bu ömrün Mustafam kadar haysiyeti mi kalmıştı? Benim davam devletim aleyhine tertiplere kalkışan bir hainleydi. Ama tesadüfen bu hain oğlumdu benim... Susmalı mıydım? Göz mü yummalıydım. O za­man bu adamların, şimdi böyle karşıma dikilmiş bulunan bu adamların hakkını çiğnemiş olmaz mıydım? İşte anlayamadıkları bu . Benim hükümdarlık vazifem, hükümdarlık haklarım... (Bir iç oğlanı girer.)
İÇ OĞLANI — (Rüstem'e) Asiler getirildi devletlûm...
RÜSTEM — (Kanunî'ye bakar.)
KANUNΗ Bana yalnız biri, bir tanesi lazım...
RÜSTEM — Yahya'yı getirin.
Kanunî, arkasında Hurrem olduğu halde çıkar. Yahya girer, dimdik durur.
PERDE: V
SAHNE: VIII
Rüstem, Yahya.
RÜSTEM— iyi bir şair olduğunuzu söylerler.
YAHYA— (Bezgin) Ben bundan böyle hakkımda ne diye­cekler onu düşünürüm. Şimdiye kadar ne dediklerini değil.
RÜSTEM— Şehzade Mustafa'ya pek bağlı görünürsünüz.
YAHYA — Onu görüp de onu sevmemek, onu tanıyıp da ona bağlanmamak, siz beni insandan başka bir mahluk mu sanırsınız?
RÜSTEM — (Yahya'nın mersiyesini okur.)
Eyâ şeriri saadette padişahı zaman
O canı âdemiyan oldu hâk ile yeksan
Diri kala ne revadır fesat eden şeytan
Bunun gibi işi kim gördü, kim işitti acep
Ki oğluna kıya bir serveri Ömermeşrep
YAHYA — (Rüstem'in ağzından alır mersiyeyi, kendisi oku­maya devam eder.)
Hatası gayrimuayyen, günahı namalûm
Zehi şehidi saidü, zehi şehi mazlum
RÜSTEM— Bu mersiyeyi tanıdınız demek?
YAHYA— Elbette... Kendi sözlerimizi kendimiz reddetmek adetimiz değildir.
RÜSTEM — (Birden parlayarak) Peki bu sözlerle demek is­tediğiniz nedir? Kimi kastedersiniz? Kime karşı gelirsiniz? Dü­şündünüz mü hiç?
YAHYA — (Hor gören bir bakışla ona bakar.) Düşündük devletlû, düşündük. Düşünmesine daha pek çok şeyler düşün­dük. Ancak padişahımız efendimiz çok büyük bir günah işlediler, çok büyük bir vebale girdiler... Tahtından da, tacından da, devle­tinden de kıymetli bir evlada kıydılar. Tanrı'nın en güzel eserini mahvettiler demeye dilimiz varmadığı için fesatçılar fesat etti de­meyi uygun bulduk. (Bir an müthiş bir sessizlik.)
RÜSTEM — (Tekrar parlayarak) Bre nabekâr, ne haddine
senin? Padişahımız efendimiz için böyle fitne edersin, böyle fe­sat edersin?
YAHYA — (Bıkkın) Biz şehzademizi katledenlerle bile ettik, ona ağlayanlarla bile ağlarız. Yaptığımız, daha doğrusu yapabil­diğimiz bu kadardır. Bu bir suçsa, katlimizi gerektiriyorsa, tez bu­yurun tez buyurun da acımız biraz dinsin. (Tekrar aynı müthiş sükût.)
RÜSTEM — (Kılıcını çeker.) Senin gibi köpeklerin katli şer'an caizdir. (O anda Kanunî girer, arkasında Hurrem vardır.)
KANUNΗ Dur Rüstem, anlaşmamızda bu yoktu, bu kadarı yoktu. (Yahya ile Rüstem eğilirler.)
PERDE: V
SAHNE: IX
Yahya, Rüstem, Kanunî, Hurrem.
RÜSTEM— Efendimiz, pek büyük saygısızlık eder, pek bü-yük küfürde bulunur.
KANUNΗ (Acı bir sesle) Öyledir, şair tayifesi hep öyledir. Küçük kelimelerden hoşlanmazlar.... (Batıcı bir eğlenişle) Tahtı­mın etrafında senin gibi uyanık, senin gibi müdebbir vezirler ne kadar lazımsa, halkımla benim aramda da böyle sözünü sakın-maz uyanık kafalı insanlara ihtiyacım vardır. Bırakalım bu adam-lar yazsınlar... Onlar yazsınlar, sonra biz onların yazdıklarını alıp okuyalım... Bakalım yaptıklarımız dışardan iyi mi görünür, kötü mü? Serbest bırakın onu. (Yahya'yı serbest bırakırlar.) Ötekileri de (Yahya selâmlar ve çıkar.) (Kanunî Rüstem'e döner.) Onlar bize ayna tutarlar Rüstem. (Batıcı bir alayla) Yüzün temizse bak, değilse kaçın. (Çok üzgün) Ben o aynayı birkaç kere kendi­me tuttum Rüstem, ne söyler bilirim, (Hurrem'e döner, manalı.)
Artık ihtiyarladım Hurrem, aynalarda eski yüzümü bulamıyorum. Sen bulabiliyor musun? (Rüstem'e döner.) Ya sen? (Güler, ağır korkunç bir gülüştür bu.) Aynalardan korkunuzu anlıyorum. (Or­taya) Tez ışık getirin bana. (Arkasında diğerleri olduğu halde sa­lona çıkmıştır. Bu sırada, iç oğlanlardan biri, iki elinde iki şam­danla gelir, hünkârın önünde ilerlemek ister.)
KANUNΗ (İç oğlanın elinden şamdanları alır.) Hayır, kendi ışığımızı kendimiz götürmek isteriz.
HURREM — (Koşar, hünkârın elinden şamdanları almak is­ter.) Hünkârım...
KANUNΗ (Onu da kenara doğru iterek) Sen de şöyle ke­narda dur. (Merdivenlere doğru yürürken) Yalnız kalmak istiyo­rum bu gece. Yalnız kalmak ve düşünmek (Bu kelimedeki hari­kulade manayı sanki birden keşfedivermiş gibi birkaç kere tek­rarlar.) Düşünmek... Düşünmek... Düşünmek... (Merdivenlerden birkaç basamak çıkmışken, geriye doğru seslenir.) Nasıldı o be­yit Rüstem? (Okur.)
Hatası gayri muayyen, günahı nâmalûm
Zehi şehidi saidü, zehi şehi mazlum.
Ağır ağır basamakların sonuna kadar çıkar. Beride Hur-rem'le Rüstem insiyaki olarak birbirlerine yaklaşırlar.
HURREM — (Fısıltılı bir sesle) Korkuyorum.
RÜSTEM— Bende...
Perde.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SATICININ ÖLÜMÜ - ARTHUR MILLER

YEDİ KOCALI HÜRMÜZ

VİŞNE BAHÇESİ - ANTON ÇEHOV